Ey sûfî, nutkuma gel eyle îmân,
Her sözüm Mevlâm’ın sözü gibidir.
Tıpkı bana benzer Hazret-i Sübhân,
İşte yüzüm, anın yüzü gibidir.
Eğri olanları sözle düzlerim,
Çünkü hep âyettir benim sözlerim.
Her gizli ahvâli görür gözlerim,
Gözüm Hakk’ın kudret gözü gibidir.
Allah’tan, Harâbî, beri değilsin,
Her yerde, her vakit ayrı değilsin,
Rabbü’l-âlemîn’den gayrı değilsin,
Senin özün Hakk’ın özü gibidir.

Edip HARÂBİ

Büyük Patlama ya da Big Bang, evrenin yaklaşık 13,7 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir noktadan meydana geldiğini savunur. ‘’Evrenin evrimi’’ kuramı olarak geniş şekilde kabul gören bu kozmolojik model, İlk kez 1920’lerde Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaître tarafından ortaya atılmıştır. Evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan bu teori, çeşitli kanıtlarla desteklendiği için, bilim insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabul görmüştür. Yapılan araştırmalar sonucu Dünyamızın yaşı 4,467 milyar yıl olarak hesaplanmıştır. Geçen bu zaman dilimi, karmaşık bileşik yapılar ve içerdiği elementler göze alındığında, Güneş, Dünya ve diğer gezegenler dahil Güneş Sistemi’ndeki yapıları oluşturan moleküler bulutsunun kaynağı, ömrünü önceden tamamlamış bir genç tip yıldızın dağılmış artıklarının ve yıldızlar arası maddenin bir merkez etrafında dönerek gittikçe yoğunlaşmasıyla oluşmuştur.

Bilim adamlarının yaptığı araştırmalar sonucu Dünya üzerinde canlı oluşumu 3,5 milyar yıl öncesine kadar uzanmaktadır. İnsanın da içinde olduğu ‘’primatlar takımı’’ 70 milyon yıllık bir tarihe sahiptir. ‘’Homo Sapiens’’ dediğimiz günümüz insanı ise, ancak birkaç yüz bin yıldır var. Bu türün ilk ataları olan, iki ayak üzerinde yürüyebilen yaratıkların, yedi milyon yıl önce Doğu Afrika’da oluştukları düşünülüyor.

Yukarıdaki tabloda oldukça net bir şekilde, insan kolunun diğer maymunlardan ayrılması görülmektedir. Bizi taşıyan kol, Homo Sapiens cinsine ait koldur ve buradan geriye gidildikçe diğer maymunlarla olan ortak atalarımıza bağlanılır.

18. Yüzyıl Osmanlı düşünürlerinden Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “ Marifetname” adlı eserinde bazı satırlara göz atacak olursak ; “ Bu şerefli vücudun yükseliş başlangıcı madenler olmuştur ki, onların başlangıcı kaygan çamurdur. Sonra ondan taşlar mertebesine yükselmiştir. Ta ki iş ve surette insana benzeyen nesnas ve maymun mertebesini bulmuştur. O mertebeden dahi yükselip insan suretine gelmiştir.” ( Cilt 1, Shf 71 )

12. Yüzyılda, hayatın başlangıcını doğada bulunan bazı madde ve gazların kimyasal bileşiminin evrimleşmesiyle açıklayan İbn Tufeyl’ni ise, Darwin’den asırlarca önce ortaya çıkan bir “Erken doğum” olarak kabul edebiliriz. Semavi dinlerin yaratılış temalarında, evrende mevcut her şeyin, bir «ol» emriyle hiçlikten yaratıldığı anlatılmaktadır. Musa Peygamberin Milattan Önce 13-14. yüz yılda yaşadığını düşünecek olursak, kitabı olan ilk semavi dinin günümüzden yaklaşık 3.400 yıl önce ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Homo Sapiens insan türünün 200.000 yıl önce Afrika’da ortaya çıktığını ve gelişmiş davranışlarına 50.000 yıl önce başladığını düşünürsek, bugün için, 3.400 yıllık bu sürecin insanlık tarihinde küçük bir bölüm oluşturduğunu görürüz.

İnsanlığın son yüz yıl içinde sağladığı bilimsel ilerlemeler son derece baş döndürücüdür. Teknolojinin geometrik bir biçimde bu kadar hızlı ilerlemesi, önümüzdeki yüz yıl içinde hayal dahi edemeyeceğimiz gelişmelere yol açacaktır.Özellikle elektronik ve tıp alanlarındaki ilerlemeler, hayal dünyamızın da ötesine geçecektir. Daha doğrusu, teknolojik buluşların sınırsız olduğunu düşünecek olursak, insanoğlunun düşünebildiği ve hayal edebildiği her şey zaman içinde gerçekleşme yeteneği kazanacaktır.

Canlı ve Cansız dediğimiz her şeyin, atomların değişik diziliş ve kombinasyonlarından meydana geldiğini düşündüğümüzde, evrende sonsuz olasılıklar bulunduğunu anlamaktayız. Bu olasılıklar içinde devinen atomlar değişik enerjilerle ışıyarak bilincimizde çeşitli fikir ve görüntüler oluşturmaktadır. Evren, karşıtlıklar üzerine programlanmış bir düzendir. Gece-Gündüz, Sıcak-soğuk, iyi-kötü, doğum-ölüm, varlık-hiçlik gibi oluşumlar sürekli devinim halindedir. Bu döngülerin bilincimizde yansımaları bilgiyi oluşturur. Gecenin sonunda sabahın ışıyacağını ve bunun tekrarlanacağını deneyimlemek, bilincimize bilgi olarak işlenir. Evet-Hayır, Varlık-Yokluk, gibi zıtlık kavramları üzerinde düşünen insanoğlu, sonunda bu kavramları geliştirerek günümüzün 0 – 1 sayıları ile işleyen bilgisayar sistemlerini geliştirmiştir. Kısacası bilgiyi oluşturan bu rakamların sayı ve kombinasyonlarıdır.

Bilim adamı Arthur Stanley Eddington’da, evrenin yapı taşının düşünce olduğunu savunuyor. Nesne dediğimiz şey aslında atomların birbiriyle dans ettiği, değişik rollere büründüğü bir enerji dalgasıdır. Düşüncenin kendisi de bir enerjidir. David Bohm bu görüşü dev bir adım daha ileriye götürmüştür. O evrendeki her şeyin bir sürekliliğin parçası olduğunu söylemiştir. Ona göre görünen düzeydeki açık seçik ayrılıklara karşın, her şey birbirinin dikişsiz bir uzantısıdır.

Homo sapiens türü bir canlının hücre sayısı 100 trilyonu bulur. Yani Samanyolu galaksisindeki yıldızların neredeyse 1000 katı. Bu akıl almaz sayıdaki minicik, biyokimyasal evrenin bütünsel, işlevsel ve saniyeden az sürede tepki verebilen bir vücut oluşturabilmesi mucize gibi görünüyor.Makro Kozmos ile Mikro Kozmos arasında çok şaşırtıcı bir benzerlik mevcuttur. Yukarıdaki resimde, bir elementin elektro mikroskopla çekilmiş bir resmini görmekteyiz.

Stanford Üniversitesinde nörofizyoloji uzmanı olan Karl Pribram beynin bir hologram olduğunu savunmuştur. Pribram diyor ki ;“ Beyin bir hologramdır. Bu tanımlama görünen dünyanın yanlış olduğu anlamına gelmez; orada bir gerçeklik seviyesinde nesnelerin bulunmadığını göstermez. Bunun anlamı şudur; bu gerçekliğin arasından geçip evrene holografik bir sistemle bakacak olursanız, başka bir görüntüye ulaşır, farklı bir realiteye varırsınız ve bu diğer gerçeklik şimdiye kadar bilimsel olarak açıklanamayan şeyleri -paranormal fenomenleri, eşzamanlılığı, olayların sanki anlamlı gibi görünen karşılaşmalarını- açıklayabilir. “Olaya böyle baktığımız zaman anlıyoruz ki; canlı veya cansız evrende mevcut tüm varlıklar arasında bir bilgi iletişimi var ve bu varlıkların en küçük parçası (atomları) birbirinin kopyasıdır. Birinde meydana gelen küçük bir frekans değişimi, tüm evrendeki atomlar tarafından algılanıp, varlıkların pozisyon değiştirmesine neden olmaktadır.

Tüm evrenin bir bütünlük içinde hareket ettiğini yani «Birlik Yasası» diye adlandıracağımız bir ‘’vahdet’’in var olduğunu anladığımıza göre, kendisine bilinç bahşedilmiş insanoğluna büyük sorumluluklar düşmektedir. Her davranışımız ve hatta düşüncelerimiz bile negatif ve pozitif kutuplu evrende bir karşılık bulmaktadır. Biraz düşünecek olursak, fizik yasalarının karşılığının sosyal yasalarda da geçerli olduğunu görürüz. Örnek olarak dinamiğin ikinci yasasını verebiliriz. Bu yasa her etkinin bir tepki doğuracağını söyler. Etkinin şiddeti arttıkça, tepki de güçlenecektir.

Büyük patlama bir etkidir. Bu etkiye karşılık durağan olan evren harekete geçerek tepki vermiş ve genişlemeye başlamıştır. Entropi yasası bize evrenin düzenden düzensizliğe doğru akmakta olduğunu bildirmekte. Yani sembolize edecek olursak, durağan ve dinginlik ile birlikte hiçliğin de kaybedilmesi aslında Adem ile Havva’nın cennetten kovulmasıdır.
Evren gereksiz hiçbir şeyi yoktan var etmez ve işlevi kalmayan varlıkları daha işlevsel konumlara dönüştürür. Buna biz fizikte « maddenin sakınımı kanunu» demekteyiz. Kısacası hiçbir şey yoktan var olmadığı gibi, vardan da yok olmaz.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz; İnsanın yaratılması ve tüm mahlukatın en şerefli kılınmasının zorunluluğu nedir? Başka bir değişle insanın yaratılmasına neden ihtiyaç duyulmuştur? Gereksiz hiçbir şey üretilmeyeceğine veya kullanılamayacağına göre, tıpkı biyolojik bir makine sistemine uygun olarak yaratılan, yaşaması için belli miktarda enerji alması gereken, arındırıcı ve soğutucu olarak su tüketen, kullanım ömrü sınırlı bir makine. Evrenin tüm holografik özelliklerini taşıyan ve daha çok mükemmelleşip gelişen bu makine, her geçen gün gerçekleştirdiği ve keşfettiği teknoloji ile bilginin kaynağına doğru ilerleyerek evren üzerindeki kontrolünü arttırmaktadır.

Büyük patlama sonucu, düzenden düzensizliğe akmaya başlayan evrende, insanoğlu sürekli olarak düzeni sağlamaya çabalamaktadır. Eskiyen, bozulan ve düzenden çıkan sistemleri yeni baştan düzenlemek, bilgisini ve becerisini arttırarak negatif enerjiye karşı direnmek, insanoğluna biçilmiş olan görevdir. Dişi veya erkek, ( X ) ve ( Y ) kromozomlarına sahip olduğumuz gibi, her canlının bünyesinde de pozitif ve negatif kutuplar mevcuttur. Bu kutupların birinin baskınlığı bizim olumlu veya olumsuz davranışlarımızı belirler.

Evrenin ve yaşamın varlığı, pozitif ve negatif enerjilerin birbirinin içinde bulunması ve birbiriyle çatışmasıdır. Bu çatışma bir yandan mevcut dinginliği ve düzeni bozarak zamanı yaratırken, diğer taraftan dinginlik ve düzeni kurmaya çalışır. Evren, düzenden düzensizliğe akarken, yeni doğan ve yeni üretilen her şey eskimeye ve yaşlanmaya başlar, düzeni sağlamak ve devam ettirmek için, yeni doğumlar ve yeni üretimler bir emek ve çaba sonucu ortaya çıkar.

Eskiyen zaman akışı içinde yaşanan süreç boyunca yeni doğumlar ve yeni üretimler bir devamlılık sağlar. Devinen elektronlar değişik kombinasyonlarla eşyayı, düşünceleri ve duyguları oluştururlar. Boşalan alanları ya sevgi ya da nefret doldurur. Tez ile antitezin buluşması, bizi senteze ve yeni bir olguya götürür. Sevgi ve nefret aslında tek varlıktan yansıyan iki ayrı etkidir. İslam dininde de Hayrın ve şerrin yaratıcıdan kaynaklandığı vurgulanır. Varlık tek olup, mutlağın varlığından ibarettir, ancak tıpkı güneşin çeşitli aynalardaki yansıması gibi çokluk olarak görülür. Varlığın tezahürü de bir gerçekliğe sahiptir dolayısıyla evrenin de bir gerçekliği vardır.

Çokluk ile birlik arasında mahiyet farkı vardır. Işığın tekliği renklerin çokluğu benzetmesinde olduğu gibi her ikisi de gerçektir ancak gerçekten bilenler, çeşitli renklerin varlığını ışıktan aldığını da bilmekle birlikte renklerin varlığını da onaylarlar. Her şey varlığın içinde yer aldığından evreni inkar etmek, varlığı da inkar anlamına geleceğinden evreni inkar etmek mümkün değildir.

İnsan evrenin ayrılmaz ve tamamlayıcı bir parçasıdır ve bilinciyle evreni oluşturur. Evrendeki tüm bilinçler ile oluşan düşünce birliği, kavramsal evrenin gücünü yansıtır. Bu nedenle evrenin insana gereksinimi vardır. Bilinç ve düşünce olmasa evren var olmayacaktır. Askeri bir birlikte bir tek askerin gücü sınırlıdır. Ancak binlerce asker bir araya gelince, ortaya güçlü bir ordu çıkar. Orduyu meydana getiren askerler, artık bu büyük gücün komutasındadır. Bir tek askerin yapamayacağı etkiyi bu ordu yapabilir. Ancak ordunun da askere ihtiyacı vardır. Ordu mutlak bir güçtür. Aynı mantıkla düşündüğümüzde, tek başına bir varlığın yaptırım gücü zayıftır ve evrendeki önemi de bu gücüne bağlı olarak önemsenmeyecek bir şekilde tezahür eder. Ancak sonsuza yakın sayıda varlıklar bir araya gelip birlikte hareket ettiğinde bu organizasyonun bilinci ve etkisi evrende her varlık üzerinde önemli tesir yaratabilecek bir büyüklük kazanır. Sürekli devinen bu organizasyonun ayrıca belli bir konumu ve şekli de olamaz.

Evren ve düşünce dünyasında yaptığımız kısa seyahatten sonra, bu sunumu çok değer verdiğim iki gönül dostumun güzel şiirleri ile bitirmek istiyorum.

NEFES

Sırrı hakikate agâh olanlar
Suali sormazlar, hâl’le sezerler
Yezid münkirlerle hemrâh olanlar
Seyf-i Zülfikarla başın ezerler

On iki tarikat aşıklar yolu
Aşıklar cümlesi Alî’nin kulu
Yoktur erenlerin sağı ve solu
Vahdet denizinde cansız yüzerler

Aşık gönlü gerçek tecellîgâhtır
Pîr yolunda yeksân vü hem tebâhtır
Muhammed Murteza âleme şahtır
Gönülden gönüle sırren gezerler
ALİ’yim eyledim vuslât-ı canân
Visâle erenler oldular şadân
Çok gördük hırkada keramet sanan
Böyle dervişleri rafa dizerler.

Ali Oktay CEVER
1955

İ N S A N

İnsan büyük bir eser Tanrı’nın yarattığı..
Nur’uyla yoğurup sevgi, bilgi kattığı.
Her bölümü bir yaşam senaryosudur o’nun,
Dünya sahnelerinde oynanır her bir oyun..

İnsanlar bu eserin birer sayfasıdırlar
Ayrı ayrı yerlerde rollerini oynarlar
Herkesin oyununa çevresi konuk olur
Her oyunda oyuncu gerçek dersini alır.

İnsanın oynaması gerekir rollerini
Bu rollerle öğrenir kendinin gerçeğini
Yardımcı oyuncular onu hep desteklerler
Oyuncuya gerekli birer suflördürler.

Bu sebeple var olur ana, baba, kardeşler,
Oyuncunun seçimiyle kurulur aileler
Suflörler bazen iyi, bazen kötü fısıldar
Hüner oyuncudadır; aklınla rolü oynar
Senaryolar metni olaylar zinciridir
Rolü güzel oynamak insanın bilgisidir
Mükemmeli oynamak; oyuncu kuralı bu!..
Çünkü böyle genişler insanın görüş ufku.

Bazen iyi rol oynar, bazen kötü roldedir,
Bu metotla insanlar yaşamayı öğrenir.
Bir an güzel bir rolde çılgınca alkışlanır
Bir an bakarsınız ki, sahnede yuhalanır.

Tüm zıtlıklar yönetir insanın yaşamını,
Kutupluluk öğretir var oluşun aslını
Ansızın perde iner sezon bittiği zaman
Sırası gelen gider sessizce bu sahneden.

Dostlar elveda derken bu dünya sahnesine
Öte Alemde yeni perde açılır birden
Devam eder senaryo roller hep tekrarlanır
“İNSAN” adlı büyük cilt böylece tamamlanır.

Zeren TABAK
28.11.1990

sunum-indir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir