I. BÖLÜM

Bilinçlenmeye başladığımız ilk günden bu yana “Bu dünyada niçin var olduğumuzu” düşünmeye başladık. Daha sonra okuduğumuz kitaplardan Descartes’ın ; “ Düşünüyorum, öyleyse varım.” dediğini öğrendik. Peki, düşünmek nedir? Düşünmek: insanoğlunun yaşamak için besinlerden sağladığı kimyasal enerjinin, büyük bir bölümünün, beyin adını verdiğimiz organında oluşturduğu bir takım reaksiyonlardır. Kısacası bir elektrik akımıdır ve her elektrik akımı gibi, bu da çevresinde bir elektromanyetik dalga yaratır.
Buradan yola çıkarak, insan beyninin aslında mükemmel bir alıcı-verici, yani yayın yapabilen bir radyo istasyonu olduğunu söyleyebiliriz. Bu istasyonun henüz keşfedilmemiş bir çok labirentlerinde de gizli stüdyolar mevcuttur. Astronom James Jeans, evrenin büyük bir mekanizmadan daha çok, büyük bir düşünce olduğu kanısındaydı. Bilim adamı Arthur Eddington da, evrenin yapı taşının düşünce olduğunu savunmuştur.

Albert Einstein ; “ Evrenin düzenini gördüğümde, mistik bir şaşkınlığa düşüyorum “ demişti. Öğrencisi ve asistanı David Bohm ; “ Her şey, her şeyin altında yatan bir düzenin, ikinci kademede ortaya çıkan görüntüsünden başka bir şey değildir “ görüşündeydi.
Düşünce bir enerji olduğuna göre doğal olarak bir kitleye sahiptir. Düşünce, eyleme geçmeden önce beyinde yapılan bir hazırlık aşamasıdır. Düşünce, kaslara hareket emri verdiği gibi, kelimelerle de dışarıdaki canlıları etkiler ve harekete geçirir.

Dan Brown, “Kutsal Sembol” adlı son kitabında bu konuyu da işlemiştir. Biz evde kullandığımız ampullerin gücünü “vat” veya “mum” olarak ölçeriz. Bir mumun ışığı zayıftır. Ancak 100 tane mumun ışığı daha kuvvetli bir aydınlık verir. Bunun gibi bir kişinin belli bir konudaki düşüncesini yüzlerce kişi paylaşırsa, ortaya bir düşünce gücü çıkar ve nicelik artışı, sonunda nitelik değişimine yol açar. Belki de çok eski çağlardan bu yana insanların mabetlerde toplu olarak ibadet etmesi, dînî inanç geliştirmesi, tarikatler kurması ve toplu meditasyonlar yapmasının temel nedeni yaşamın akışı yönünde belli bir etki yaratmaktır. Kaldı ki, günümüz teknolojik devletleri de bu konuda ciddi çalışmalar yapmaktadır.

Mantıksal düşünme bana göre çok basit bir düşünme tarzıdır. Bu düşünme biçimi tek bir yönde hareket etmek demektir. Kedinizin veya sizin karnınız acıkmıştır. Her ikiniz de yemeyi düşünürsünüz. Bir biçim veya söz ile karşılaştığınızda mantık ile onun yalın halini anlarsınız. Bu da zamanla canlıları şartlanmalara götürür. Oysa sembollerle düşünmek, algılama gücümüzü sonsuzlaştırır. Ben buna evreni 360 dereceyle algılamak diyorum. Çünkü gördüğünüz bir sembolden çıkarabileceğiniz sonsuz düşünceler vardır. Bu nedenle kutsal kitapların yazdıklarının derinliğinde başka sırlar aranmaktadır. Bir çok ezoterik topluluk sembollere önem verir.

Örnek verecek olursak; Geometriyle uğraşan biri için, bir üçgen, yalnızca geometrik bir şekildir. Bir marangoz onu üçgen bir sehpanın yüzeyi olarak algılayabilir ve bir fizikçi onu bir kristalin simgesi olarak yorumlayabilir. Yunan alfabesinde delta harfi olduğunu söyleyebilirsiniz. Hiyerarşiyi de belirtebilir. Üçgene ezoterik gözle bakan bir düşünür ise, çok daha derin ve anlamlı sonuçlar çıkaracaktır.

Tasavvuf felsefesinde Tanrı, insanları yaratmadan önce gelmiş ve gelecek tüm ruhları yaratmış ve onlara “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim ?” diye sormuştur. Tüm ruhlar “Belâ=Evet” demişlerdir. Dolayısıyla tüm ruhların, henüz bedensiz bir varlıkken, yani “Kālû Belâ” dan bu yana var oldukları kabul edilir.
Yine dînî öğretilerimize göre daha sonra Tanrı, varlığının bilinmesi için yokluk aynasına bakarak, hiçlikten evreni yaratmış ve kendi suretinden de insanı yaratmıştır. Bu şekilde maddi bir bedene kavuşan Adem babamız, Havva anamızla dünyaya gönderilmiştir.

XIII. asırda yaşamış olan Sadreddîn Konevî; “Miftâhü’l- gaybi’l-cem ve’l-vücûd” adlı eserinde şöyle demektedir; “Allah’ım! Sen, Seni vekil edinmesini emrettiğin kimseden, Kendini hamd edersin! Bu hamd, bölünmeden ve ayrılmadan, Seninle birleşerek, Senden Sana döner; böylece bu hamd, bütün hamdlerin faziletini içerir ve onları kemâle erdirir.”
Allah’tan başka ilâh yoktur anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesinin birinci yarısı olumsuz şart oluştururken, ikinci yarısı onaylamadır. “Lâ ilâhe = Allah yoktur.” Sınırlı kapasitemizle Allah olarak görebileceğimiz ya da tecrübe ve tasavvur edebileceğimiz hiçbir şey yoktur. “İllallah” Allah vardır ve her yerde hâzır-nâzırdır. Mevlâna da “Fîh-i Mâfih” adlı eserinde “Varlık ve Yokluk” konularını işlemiştir.

Descartes; “Düşünüyorum öyleyse varım.” demişti. Bilim adamları evrenin büyük bir düşünme sistemi olduğunu ve düşüncelerimizde var olduğunu belirtiyorlar. Şimdi bir tabur asker düşünün. Askerlerin her biri gerçek bir kişi, ancak hepsi bir araya geldiği zaman etkin bir güç olarak tüzel bir kişilik oluşturuyorlar ve biz bu savaş gücünü “Tabur” olarak adlandırıyoruz. Tüm askerler, Taburun emrinde savaşa giriyor. Ama Taburun elle tutulur gerçek bir kişiliği yok, ancak kuralları ve yaptırımları var. İnsanı da vücudundaki milyarlarca hücre meydana getirmekte ve bir sistem oluşturmakta. Hücreler uzmanlaşarak organları meydana getirmekte. Kısacası hiyerarşik bir düzen mevcut. Tek başına bir kalp, bir böbrek veya bir karaciğer insan niteliğini kazanmamaktadır. Makro evrenden mikro evrene gidildikçe, tıpkı Matruşka bebeklerde olduğu gibi düzen içinde düzen olduğunu görmekteyiz.Aslında bu sonsuz gibi görünen içiçelikler arasındaki mesafeler sanıldığı kadar birbirinden uzak da değildir. Çünkü evrende mevcut her şey aslında bir bütünün uzantılarıdır. Birbirine paralel sonsuz evrenler bulunmaktadır.

Bir ayçiçeği çekirdeğini ele alalım. Buna evren gözüyle bakalım. Boyu bir veya iki santim olan bu çekirdeğin içinde bir program vardır. Biz buna “Gen” adı veriyoruz. Bu çekirdek toprağa ekildiğinde ortaya çıkan çiçeği üzerinde yüzlerce evren birbirine paralel olarak gözükecektir. Birbirinden uzak gibi duran bunca evren, aslında küçük bir program içinde gizli bulunmaktaydı ve bir dönüşüm sonucu ortaya çıkmış oldu. “Ene’l-Hak” diyen tasavvufçular da aslında insanoğlunun başlıbaşına bir evren olduğunu ve bir bütünün parçası olduğunu anlatmak istiyorlardı. İnsan bu nedenle gelecek nesillerin tohumu ve kutsalın bir parçasıdır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir