Felsefenin temel kurallarından biri de karşıtlıklar ilkesidir.  “Var “ olmasını kabul ettiğimiz şeyin,  karşıtı “Yok” demektir. Kısacası eğer siz şu anda varsanız, yok değilsiniz. Eğer yoksanız, var değilsiniz. Demek ki varlığı ve yokluğu karşıtlıklar oluşturmaktadır. Bu nedenle; sıcağı hissetmek için, soğuğu, acıyı hissetmek için, tatlıyı, geceyi anlamak için, gündüzü algılayabilmeliyiz. Bu karşıtlık ilginçtir ki, bilgisayarların çalışma prensiplerine çok benzemektedir.  Bilgisayarlar sorgulamayı (0)-(1) veya Evet-Hayır, Var-Yok sistemiyle yaparlar.

Yediğimiz besinler bedenimizde kimyasal enerji oluşturuyor. Beynimiz bu enerjinin büyük bir bölümünü alarak, küçük bir bölgesinde düşünceye, devamında eyleme dönüştürüyor. Beynin büyük bir bölümünde neler oluyor? Henüz bilemiyoruz. Şurası gerçek ki, bir insan için madde ancak onu algıladığı an için var olmakta. Daha açık bir deyişle, maddeyi insan düşünerek oluşturuyor. Kuantum fiziğinin geldiği son nokta bunu kanıtlamış durumda. Ancak düşünebiliyorsam, siz benim için varsınız ve sizi benim düşüncem oluşturuyor.

Peki, bu nasıl olabilir? Birinci bölümde size örnek olarak verdiğim ayçiçeği evrenini anımsayın. Bir çekirdek içinde, bir çok çekirdek üretebilecek program vardı. Aslında tüm canlılar ve insan adını verdiğimiz varlık, büyük bir evrenin, daha doğrusu büyük bir düşünce sisteminin dikişsiz bir uzantısıdır. Beynimiz belli bir frekansa ayarlanmış bir alıcı gibi çalışmakta ve duyularımız belli frekanslarda titreşen ses ve görüntüleri şekillendirmektedir. Bu frekanslarda meydana getirilecek bir değişiklik, bize başka gerçekliğin kapısını açacaktır. Meditasyonun ve diğer öğretilerin çalışmaları da bu yöndedir.

Yüce Mevlâna’nın   “Fîh-i Mâfih”  ( Var – Yok)  diyerek bize anlatmak istediği de sanırım  budur. Hepimiz aslında bir tek varlığız. Bir vücudun hücreleriyiz. Yaşam ve ölüm, varlık ve yokluk, birbirinin yansımalarıdır. Algılarımız bu yansımalardan ibarettir… Ancak bu dünyadaki yaşam sürecimiz boyunca, tıpkı bir bilgisayara yüklenen program gibi, ilk doğduğumuz günden itibaren, sosyal ve doğal çevre tarafından şartlandırılırız. Büyük bir enerji tüketen beynimizin bir bölümü bu dünyayı algılamak için farkında olmadan programlanır ve şartlanır.  İşletim sistemi yüklenip devreye girince,  bilincimiz masumiyetini kaybeder. Çocuklar bu nedenle masum ve günahsızdır.

Şartlanan beynimiz, kendi algı ve deneyimlerine güvenir. Oysa duyu organlarımızın belli sınırlar içinde bizi bilgilendirdiğini hep ihmal ederiz. Mikroskop olmasa, mikropların varlığını bilemeyecektik.  Aslında hareketsiz olan bu resim bize sanki ışıldıyor gibi gelebilir. Bu da bize, duyularımızın ne kadar yanıltıcı olduğunu göstermektedir. Beynimizdeki holografik sistem,  algılarımızı düşünceye çevirerek bize görüntü verir. Şartlandırıldığımız evrende ve baktığımız yönde sürekli devinen ve hareket halinde olan atomları “an” olarak maddeleştirerek beynimizde biçimlendiririz. Birbiri peşi sıra oluşan “an”larda, biz görüntüye maddi olarak dokunabiliriz. Ama o görüntü zaman içinde akıp gitmektedir. Dokunduğumuz ve sürekli devinen madde, bir saniye önceki madde değildir.

Atomları maddeleştiren düşüncenin gücünü hayal edebiliyorsanız, Uri GELLER’in düşünce ve bakışlarıyla kaşıkları eğmesine de şaşırmayacaksınız demektir. Böylece “Nazar” dediğimiz olay da açıklığa kavuşmuş oluyor. Çünkü düşünce, çok küçük, seyrelmiş partiküldür. Yoğunlaştırıldığında, tıpkı lazer gibi etkinliğini arttırır. Hatta bazı Hint mistiklerinin, yoğun konsantrasyon ile boş olan avuçlarında elma veya başka bir eşyayı hiç yoktan ( Hiç yok diyemeyiz çünkü etrafımız devinen atomlarla sarılı )görünür hale getirdikleri anlatılır. Bir bakıma bizdeki Halil İbrahim sofrası gibi.

Bir çok öğreti ve tasavvuf erbabı, beyindeki bu özelliği daha etkin kullanmak için yöntem geliştirmeye çalışmıştır. Hepsinin vardığı sonuç; beynin düşünce kapasitesinin daha fazla evrenle birleşmesini sağlamak için, bizi maddi aleme bağlayan egolardan ve  düşünceyi maddi şartlanmışlıktan kurtararak, saf ve masum  bir düşünce ile zaman ve mekan baskısını kaldırıp, kendi iç dünyamızın evrenle olan bağlantılarına ulaşılabileceği yönündedir.

Modern psikolojinin öncülerinden Jung, Kollektif Bilinçaltını keşfetmiştir. Bilinç, şartlanmışlıktan kurtulup, orijinal ve saf haline dönüşünce, ( şartlanma şifresi kırılıp, hard disk boşaltılınca) Kozmik Bilinçaltı ile bağlantı kurabilmekte ve bir bütünün parçası olduğunun farkına varmaktadır. Bir çok hayvan türünde, özellikle kuşlarda, grubun bir üyesinin öğrendiği bilgi, kısa sürede tüm sürünün bilgisi haline gelmektedir. Bu da Kolektif Bilinçaltının doğal bir kanıtı sayılmaktadır.

Olumsuz düşünceye sahip bireylerin veya kitlelerin oluşturacağı düşünce dalgaları,  şiddetlenerek büyüseler bile eninde sonunda büyük düşünce okyanusunun kıyılarına çarparak kırılacaklardır. Kozmik bilinç, birliğin bütünlüğünün bozulmasına izin vermeyecektir. Düşünce bir enerji olduğu için ışık hızıyla hareket eder. Kütlesi olan, yani madde olan cisimler ışık hızını geçemez. Kitlesi olmayan cisimler, “Sanal Kütleli” cisimlerdir. Eğer Einstein’ın denklemleri geçerliyse, bu tür sanal kütleli cisimlerin ışık hızından daha büyük hızlarla hareket edebileceklerini kabul etmek zorundayız.

Işık hızı, kütlesi olan cisimler (tardiyon) için bir sınırdır. Sıfır kütleli cisimler (lüksonlar) tam ışık hızıyla giderler. Işık hızının üstünde bir hızla giden sanal kütleli cisimler (takyonlar) hızlandıkça enerji kaybederler. Kısaca sanki maddi bedenin olmadığı bir karşı evrenle yüz yüze gelmiş oluruz. Daha açık bir deyişle bildiğimiz evrende maddi bir kütlenin daha çok hız yapması için, daha çok enerjiye gereksinimi vardır. Saniyede 300.000 km hıza erişildiğinde kitle sıfır olmakta ve bu sınır geçildiğinde, harcanacak enerji sanal kütleyi yavaşlatmaya başlamaktadır. Ancak ne kadar az enerji harcanırsa, hız o kadar artacaktır. Bütün bunlar bilim adamlarının ortaya koydukları denklemlerin sonucudur.

Öyleyse maddi bedenlenmenin, atomların hızının saniyede  (0) ile  (300.000) km hız arasında ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.  Enerji yoktan var olmadığına ve vardan yok olmadığına göre, bu sınırın altında veya üstünde bildiğimiz fizik kuralları farklı ve belki de tersine işleyecektir diyebilir miyiz?

Realite olarak “VAR” bildiğiniz “VAR” değil; ne dersiniz ?

Öyleyse bu videoyu izleyiniz.

 

http://www.okyanusum.com/belgesel/kuantumkesif.html

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir