Doğulu mistik Osho diyor ki; “ Benim en büyük şansım küçükken tenha bir köydeki dedemin yanına gönderilmem oldu. Bu köyde yok denecek kadar az insan bulunması ve okul olmayışı, düşünce yapımın doğal kalmasına ve yoğun bir koşullandırılmaya uğramamasına neden oldu. Osho’nun bu fikri bana çok doğru geliyor. Çünkü çoğu zaman okumuşlar kendini aydın kabul eder ve bu yönlerini kanıtlamaya girişerek gülünç olurlar. Okumamışları küçümserler. Empati sağlayarak, onların duygu ve düşünce dünyasına inmeyi düşünmezler bile.
Bu nedenle de gelişme çabası içindeki bizim gibi toplumlarda aydın geçinen ve yönetime soyunan kişiler, genellikle geniş kitlelerden kopuktur. Oysa Sokrat ne güzel söylemiş ; “ Bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir. “ diye.

Şimdi kendimi düşünüyorum; acaba yaşadığım bu dünya ve toplum hakkında ne kadar bilgim var? Böyle düşününce, işe yaramaz bir yığın bilgi sıralanıyor beynimde. Dünyada yaşayan insanların % 99’u kendilerine hazır olarak sunulmuş dogmatik inançlar nedeniyle birbirini boğazlama potansiyeli taşımakta ve boğazladıklarını da halen görüyoruz.
Bence insana ve dünyaya bakışımızı kökten değiştirme zamanı geldi ve geçiyor. Bunu, benim gibi birçok insanın da duyumsadığını sanıyorum. Dünyamız; bugün birçok aptallıklar peşinde koşan insan sürülerinden kurtulmanın veya bunları kontrol edilebilir bir seviyeye getirmenin yollarını arıyor. Çünkü evrende canlı cansız her varlık birbiriyle sebep sonuç ilişkisi içindedir.
1992 yılında bir kitap okumuştum, okuduklarım bana uydurma ve saçma gelmiş fakat yazılanları da eğlendirici bulmuştum. Bu kitap kısaca şöyle diyordu; “ Dünyanın da içinde bulunduğu Güneş Sistemi evrende bir foton kuşağına girdi ve yol alıyor.

Foton kuşağı insan düşüncesinde yeni bir aydınlanma ile yeni bir çağ başlatacaktır. 2000’li yıllarda depremler ve iklim olayları artacak, su baskınlarında kitleler halinde birçok insan ölecektir. Bu olaylar 2012 yılına kadar en üst seviyeye çıkacak ve 2012 yılının 23 Aralık gününde Dünya foton kuşağının merkezinden geçecektir. Bu geçişte 24 saat için güneş görünmeyecektir. Sonra yeni bir çağ başlayacak ve insanların bilinç düzeyi artacaktır.

Zaten Maya’ların ve Mısır’lıların takvimleri de 2012 yılında son bulmaktadır. “13 yıl önce bu okuduklarım beni hiç etkilemedi ve gülerek geçtim. Ancak şimdi 2012 yılı için birçok şey söylenmeye başlandı. Dünyamızın manyetik alanının değiştiği söyleniyor ve bilim adamlarınca iklim felaketinin kapıda olduğu anlatılıyor.
Konuyu biraz daha araştırıp daha çok kaynaklara ulaştığımda aslında “ Kendini Bil” sözünün ne kadar anlamlı olduğunu bir kez daha gördüm. Geçmişimizle ilgili ne biliyoruz ki? Geçmişimizle ilgili yazılı belgeler en fazla kaç bin yıllık ve insanın ortaya çıkışı kaç milyon yıl?

İnsanoğlunu uygarlığa taşıyan birikimler son birkaç bin yıl içinde mi hızlandı? 20.000 veya 50.000 yıl önce dünyamızda nasıl bir medeniyet vardı? Atlantis ve Mi medeniyetleri bir efsane midir? Bu konuda araştırarak öğrendiklerimi ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmayı arzuladım. Konuyu fazla bilimsel ve ciddi bir açıdan ele almayacağım, çünkü bilinmeyen bir geçmişten söz etmek için, hayal gücüne her zamankinden daha fazla gereksinim duyabiliriz.

Amerika kıtası binlerce yıldır Atlas Okyanusunun ötesinde duruyordu ve eski kıtada yaşayan insanlar ancak Kristof Kolomb 513 yıl önce 1492 yılında büyük keşif yolculuğuna çıktığında bu kıtadan tesadüfen haberdar oldu. Yani bizden 7-8 nesil önce.Bu yüzden Fatih Sultan Mehmet’in domatesi görmediği ve tadamadığı söylenir. Oysa bu ülkede yaşayan ve büyük bir medeniyet kurmuş olan Maya’ların birçok inanış, yaşam ve dil özellikleri Mısır ve Anadolu medeniyetlerinde 1492 tarihinden önce de görülmektedir.
Bu da bize okyanusun ötesinde yaşayan halklar ile eski kıta arasında çok eski yıllarda bir alış veriş olduğunu anlatıyor. Esasen bu iki kıta arasında sulara gömülen büyük bir kara parçası olduğu konusunda kuvvetli kanıtlar da mevcut.

Okyanus ötesi topraklardan gelen koloniciler, Mısır, Ege, Mezopotamya bölgesine doğal olarak kendi uygarlıklarını da taşımışlardır. Maya kelimesi aslında “ana, kök” anlamında kullanılmaktadır. Türkçe’mizde de “ Mayası bozuk” deyimi kökü bozuk anlamında kullanılır.
Maya ülkesi göçmenleri Helenlerin ortaya çıkmasından çok önce Peleponez’i yurt edinerek Grek ulusunu oluşturan kabilelerden daha önce Ege adalarında koloniler kurdular ve yerli kabilelerle kaynaştılar. Grek dili büyük ölçüde Maya dilinden türemiştir.

Ege kıyılarına ve adalarına yerleşen Mayalar Atlasın kızı Maia’yı tanrıça yaptılar. Maia’nın tanrıçalığı uzun yıllar sürmüş olup, bugün bile İspanya, Fransa, İngiltere ve birçok ülkede Mayıs Kraliçesi ( May Queen) festivalleri ve Anadolu’da Nevruz kutlamaları düzenlenmektedir.

Eflatun, M.Ö. yaklaşık 400. yy da Mısırı ziyaret etmişti. Burada Sais’in rahibi Suçis ile görüşmeler yaptı. Suçis, Eflatun’a Mısır’a ilk kolonistlerin 23.000 yıl önce geldiklerini anlattı.M.Ö. 9000 yıl önce ise Amerika ve Avrupa arasında Atlantis isimli büyük bir kara parçası vardı. Eflatun, Suçis’in anlattıklarını not eder ve daha sonra bunları Solon’a şöyle anlatır; “O günlerde okyanusta gemi yolculuğu yapılıyordu; Herakles Sütunlarının ( Cebel-i Tarık) önünde bir ada vardı. Bu ada Küçük Asya ve Libya’nın tamamından daha büyüktü.
Bu adayı kullanarak okyanusun karşısındaki diğer büyük adalara gidilebiliyordu. “ Atlantis’in sulara gömülmesi olayı, Meksika’daki Xochhicalco Piramidi’ne düşülen kayıtlarda Zac ayının 13. Chuen günü olarak kazınmıştır.

Felaketten önce Afrika ve Avrupa’nın batı kıyılarını istila eden Atlantisliler güçlü ve istilacı bir ulustu; krallarının “ Deniz Kurdu”, “Moc” unvanını taşıdığını yine Meksika’daki piramit yazıtlarından öğreniyoruz. Atlantislilerin Akdeniz kıyılarında durdurulamaz ilerleyişi, Yunanistan’ı fethetmeye çalıştıkları sırada püskürtülmüştür.
Mısırlı rahip Sais’in ağzından Solon olayı şöyle anlatır; “Tarihçiler, Avrupa’nın ve Asya’nın tümüne hırsla saldıran ve yenilmek bilmeyen bir iktidarın güçlerine sizin şehrinizin nasıl dur dediğini anlatırlar.

Bu iktidar Atlantik Okyanusundan gelmişti, çünkü o günlerde Atlantis’te gemiler boldu ve sizin Herakles Sütunları ( Cebel-i Tarık) dediğiniz boğazın önünde bir ada vardı. Bu büyük güç bizim ülkemizi, sizinkini ve Herakles Sütunları içindeki ülkelerin topraklarının tamamını bir kerede zaptetmeye çalıştı.
Senin ülken direndi ve onları püskürttü hatta yok etmek için kovaladı fakat şiddetli depremler ve su baskınları oldu, savaşçılarınız tek bir vücut gibi yere battı.
Atlantis adası da benzer şekilde yok oldu ve denize gömüldü. ( Eflatun’un Diyalogları – Timaeus II, 517 )” Dünyadaki tüm ülke halklarının efsanelerinde ve dini kitaplarında bir tufan olayından bahsedilir. Bu felaket sırasında büyük halk kitleleri ve kara parçaları sular altında kalmış ve birçok medeniyet yok olmuştur.

Tibet civarındaki bir mabette bulunan eski bir harita James Churchward tarafından dünya kamuoyuna duyurulmuş ve bu haritada Atlantis ve Mi uygarlıklarının bulunduğu kara parçaları bu harita esas alınarak ilk kez gösterilmiştir. Tıpkı Mars ve Jüpiter arasında bulunması gereken ancak parçalandığı için yalnızca “asteroid kuşağı” olarak adlandırılan bir çok kayadan oluşan eski gezegen kalıntısı gibi, Atlantis ve Mi kıtalarının bulunması gereken yerlerde bugün bir çok adacık mevcuttur.

Asıl dikkatimizi çekmesi gereken nokta ise, geçmiş için tahmin edilen tufan tarihinden bu yana geçen astrolojik çağın 2012 yılında tamamlanacak olacağı iddiasıdır. Atlantis ve Mi kıtalarının sulara gömülmesinden sonra Amerika Kıtasının eski dünya ile olan bağlantısı kesilmiştir. Ancak çok önceleri Avrupa, Asya ve Afrika’ya koloni kurmuş olan bu medeniyetler dillerini ve geleneklerini bizlere miras bırakmışlardır.

Amerika kıtasındaki, Maya, Aztek, İnka ve Kızılderili kültürlerini inceledikçe, Orta Asya, Mısır ve Anadolu medeniyetleriyle yakın benzerlikler bulmaktayız.
Maya ve Mısır alfabelerindeki benzerlik bu açıdan bakıldığında şaşırtıcı değildir.

Canon George Rawlinson’un “ Doğunun Beş Büyük Monarşisi” adlı eserinin üçüncü cildinde yer alan “ Modern İran ve Komşu Ülkelerin Haritası”ndan alınan eski köy ve şehir isimlerinin Maya dilindeki karşılıklarına bakarsak bir anlam ifade ettiğini görürüz. Maya alfabesinde D, F, G, J, Q, S ve V harfleri yoktur. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Yukarıda gösterilen örneklerde olduğu gibi, Mısır ve Maya dilindeki bir çok kelimenin okunuş ve anlam bakımından benzeştiğini görmekteyiz.

Maya tapınaklarının yapı planları, Hindistan, Kalde, Mısır, Yunanistan ve Etrüsk yapı tarzlarında da görülür. Bu bize birbirinden uzak ve apayrı ülkelerin, geçmişte çok yakın ilişkiler içinde olduklarını kanıtlamaktadır. Yunanistan’da olduğu gibi Mısır ve Maya Ülkesi’nde de, Tanrı ve evren hakkındaki ezotorik doktrinler, yapılan inşaatlarda gizlenmiştir. Güneş tayfının yedi ışını, Mayalı bilginlerce Ah-Chapat’ta yedi başlı yılan şekliyle simgeleniyordu. Bu Hindistan’da da tanrı Vishnu’nun makamı olan yedi başlı yılandı. Yunanistan’da ise, yedi ışınlı tanrı Heptakts’ti. Valmiki ünlü eseri “ Ramayana” da bize “ Mayaların güneşin ufkun üzerinde yükselmediği uzak zamanlarda gemileriyle batı denizinden doğudaki okyanusa, güneydeki okyanustan kuzey denizlerine yelken açan” bir kavim olduğunu anlatır.

Mısır Kralı Ptolemy Soter’in kurduğu İskenderiye Okulu’nun Serapis Mabedi’nin kütüphanesinde 700 bin civarında kitap vardı. Julius Sezar’ın İskenderiye’yi aldığı sırada bu kütüphane yandı. İskenderiye Piskoposu Cyril, Mısır patriği iken, İmparator Teodosiusun kendisine verdiği yetkiyi kullanarak M.S. 416 ‘da geriye kalan 300 bin kitabı da yaktırdı ve matematikçi Theon’un güzel ve eğitimli kızı Hyptia’yı öldürttü.
Mayalara ait Troana elyazmalarından anladığımız kadarıyla, İmparatorluğu ele geçirmek isteyen ve kız kardeşi Moo’nun Prens kardeşi Coh’u kendisine tercih etmesini hazmedemeyen Prens Aac, Kraliçe Moo’nun eşi Prens Coh’u öldürmüştür.

Bunun üzerine Kraliçe Moo maiyetiyle birlikte Mısır’a kaçarak Nil vadisine yerleşmiş ve burada İsis adını almıştır.
Maya kolonicileri tarafından taşınan bu hikâyenin Hindistan’da Valmiki’nin “Ramayana” destanında da Bali ve Sougriva adlı erkek kardeşler arasında geçtiği şeklinde anlatılır. Mısır versiyonunda Osiris, İsis’e duyduğu aşk nedeniyle erkek kardeşi Set tarafından öldürülmüştür.
Tevrat’ın Tekvin bölümünde Âdemin çocuklarından Kabil, kız kardeşini kıskandığı için Habil’i öldürmüştür. Kraliçe Moo, öldükten sonra bir tanrıça olarak ve İsis adıyla Mısırlıların inanışında yerini almıştır.

Mayalar, her yerde tezahür etmiş olarak gördükleri “ Tanrısal Ruh”a inanıyorlardı. Ona KU, “Evrensel” HUNAB diyorlardı ki O LAHUN’du, yani “ Birdeki Bütün-Her şeyi içeren Bir” di. Yaratılmış her şey onun iradesiyle, UOL’la yaratılmıştı. O ’na ait bir imge tasarlayamadıkları için, inandıkları bu tek varlığı bir daire olarak şekillendirerek buna UOL dediler.

Kozmolojinin, tüm halklarda olduğu gibi Maya ve Mısır medeniyetlerinde de dinin temeli olduğunu anlıyoruz. Bu din yozlaşıp, anlamından sapmadan önce, her iki medeniyetin orijinal öğretisinde şu inancı görüyoruz. Tüm şeylerin başlangıcının öncesinde ve tüm şeylerin başlangıcının sonrasında tek Tanrı vardır. Kendi bütünlüğünün tekliğinde hareketsiz olarak ilk bilinen tanrının ve kralın bile öncesidir.

Bir başka papirüste şu yazılıdır; “ O gök ve yerdeki yegane hasıl edicidir. O hasıl edilmemiş-doğdurulmamıştır. O kendinden kendini hasıl eden tek diri Tanrıdır. O başlangıçta da vardı. O her şeyi yaratandır. Fakat kendisi yaratılmamıştır.”
Böylece Mısır medeniyetinden çok daha önce, tek tanrı inancının kökleriyle daha eski çağlarda karşılaşmış oluyoruz. Konuyu Mısır medeniyetinde incelemeye geçmeden önce biraz daha yakın çağlara gelerek Amerika kıtasında gezineceğiz.

2-4 Temmuz 1999 tarihleri arasında Denizli’de yapılan “Yedinci Türk Dünyası Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı”na katılan Onayda Kızılderili kabilesi reisi ve Amerika Yerlileri Sosyal İşler Daire Başkanı M. Franklin Keel’in konuşması kurultaya katılan delegeler üzerinde büyük bir etki yarattı.
Kızılderililer hakkında geniş bilgi veren Keel, Kızılderililerin (atalarının) Baykal Gölü ve Yenisey-Tuva bölgelerinden Amerika kıtasına, Alaska üzerinden göç ettiklerini ifade etti. Kızılderililer ile Türklerin DNA testlerinin aynı olduğunu ve ayrıca Kızılderili genlerinin Türklerin genleriyle benzeştiğini belirtti.
Amerika’da diğer bir Türk nüfusu da Kamçatka Yarımadası’ndan Alaska’ya göçen Saka Türkleridir. M.Ö. 1500 yıllarında Göktürk alfabesi ile yazılmış Saka Beyinin hikâyesini anlatan taş tablet, bu göçü kanıtlamaktadır. Fransız dil bilimcisi Dumesnil ise, Kızılderili dilinde 320 kadar Türkçe kelime tespit etmiştir.

Çin kayıtlarında da Türkler, kızıl saçlı, bronz tenli ve mavi gözlü olarak anlatılmaktadır. Kızılderililerin dini inancı da Orta Asya’da inanılan Şaman dininin bir uzantısıdır. Bu din; insanı doğanın bir parçası olarak kabul eder ve evrenin tümünün büyük ve tek bir ruh tarafından yönetildiğine inanırdı.
Büyük önder Atatürk’te Amerika’da yaşayan Maya uygarlığına ilgi duymuş ve Türk bilim adamlarına bu konu üzerinde araştırma yapmaları için talimat vermiştir. Nedense biz Türkler her zaman Kızılderililere karşı bir sempati duymuşuzdur. Çünkü onların karakter ve yaşama bakışları bizim karakterimize uygundur. Zaten Büyük Mevlana’nın tasavvuf düşüncesi de Kızılderililerin dünya ve din anlayışına yakın bir görüştür.

Şimdi bu felsefeyi daha iyi anlamak için, Kızılderili şef Seattle’in, beyaz göçmenleri yerleştirmek üzere kendilerinden toprak isteyen A.B.D. Başkanına 1854 yılında yazmış olduğu mektuptan birkaç satıra göz atalım. Mektubun aslı Amerika, Seattle, Squamish Müzesinde korunmaktadır. Bu mektup, İnsan ve doğa diyalektiğini en güzel biçimde dile getiren metinlerden biri olarak günümüzde çok daha fazla bir değer taşımaktadır.

ŞEF SEATTLE’IN MEKTUBU

Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir. Bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir. Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir. Şef Seattle her ne söylerse, Washington’daki büyük Şef ona, güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne inandığı ölçüde inanabilir.
Washington’daki büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildirmiş. Onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Merak ediyoruz ki; gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz?

Bunu anlamak bizler için çok güç. Bir zamanlar insanlarımız bu topraklara tıpkı rüzgârda kıvrılan deniz dalgalarının kabuklu kuru yüzeyleri kapladığı gibi yayılmışlardı. Çok uzun zaman geçti ve o büyük kabileler artık hüzünlü bir anı oldu.

Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır.
Washington’daki Büyük Beyaz Reis bizden toprak almak istediğini yazıyor.

Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz. Ama yine de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim.
Biliyorum, beyaz adam bizim gibi düşünmez. Beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istediğini alınca başka serüvenlere atılır.

Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir.

Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum. Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffala gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için. Dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor.

Biz sadece yaşayabilmek için avlardık buffaloları. Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır.
Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.

Bildiğimiz bir gerçek daha var; Sizin Tanrınız bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. Siz Tanrınızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz.

Tıpkı buffaloların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi. Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.
Geceleri, şehir ve kasabalarınızın caddeleri boşalmış gibi görünse de, aslında, bir zamanlar oralarda yaşamış ve bu güzel toprakları gerçekten seven ruhlarla dolu olacaktır. Beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır. Beyaz adamın, benim insanlarıma saygı göstermesini sağlamalısınız, çünkü; ölüler güçsüz değildir.
Ölüm mü dedim? !.. Ölüm diye bir şey yoktur ki, sadece dünya değiştirir insan.

Şef Seattle, 1854

Şef Seattle; “ Aynı Tanrının çocuklarıyız. Doğadaki canlı ve cansız her şeyle kardeşiz.” diyor. Bir başka konuşmasında da “ Siz topraklarımızın derisini yüzüyorsunuz” demiştir.
Halkının zulüm göreceğini ve yok edileceğini görmüştür. 50.000.000’nun üzerinde Kızılderili soykırıma uğratıldıktan sonra, bugün Amerika’da ağır şartlar altında yaşayan tüm Kızılderililerin toplam sayısı yaklaşık 2.500.000 kişidir.

Bartolomè de Las Casas tarafından 1542’de İspanya Prensi II. Philip’e ithaf edilerek yazılan Kızılderili Katliamı, Amerika kıtasının nasıl ele geçirildiğini eski dünyanın gözlerinin önüne sermiş ve birçok dile tercüme edilmiş çarpıcı bir tarihi eserdir;

“ Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarladığını kendi gözlerimle gördüm. Bazen de insanların üzerine köpek saldıklarına, yerlilerin bu şekilde paramparça edildiğine, çok sayıda evi ve yerleşim merkezini yaktıklarına şahit oldum. Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar…”

Şef Seattle, o günden bu güne dünya görüşü değişmeyen emperyalist politikaların, öyle veya böyle eninde sonunda iflas edeceğini de öngörmüştür.

İnsanlığın ve uygarlığın köklerini ararken binlerce yıl gerilere gittik. Orta Asya’da uygarlık kurmuş medeniyetlerin Bering Boğazı’nı kullanarak, Alaska’ya geçtiğini ve Atlantis ile Mi uygarlıklarının da bu geçişte önemli roller üstlendiğini, daha sonra bu insanların Amerika’da büyük uygarlıklar kurarak yayılmaya devam ettiğini anlattık.
Atlantis ve Mi kıtalarının sulara gömülmesinden önce Kraliçe Moo’nun kardeşinden kaçarak maiyeti ile birlikte Maya’ların bir kolonisi olan Mısır’a gelip yerleştiğini ve İsis adıyla tanrılaştırıldığını söyledik. O zamanlarda bu koloniler Anadolu ve Ege kıyılarına da yayılmıştı.

Bilginin kaynağı elbette ki yönetici kadronun elindeydi ve koloni halklarını kolay yöneterek hâkimiyetleri altında tutmak için, bu bilgileri geniş halk kitleleri ile paylaşmıyorlardı. Ancak bu yönetici sınıf, geniş halk kitlelerine mistik ve dini telkinlerde bulunarak ve kendi bilgilerini de bu inançları destekleyecek yönde kullanarak hükmedebileceklerini biliyordu.

Hemen burada size kendimden bir anı aktarmak isterim; çocukluğumda, hayatında hiç mıknatıs görmemiş olan yaşlı halamın eline bir mıknatıs parçası vererek, bir dilek tutmasını ve bu parçayı demir sobaya uzatmasını, soba bu parçayı çeker yakalarsa dileğinin olacağını söyledim. Halam dediğimi yaptı ve mıknatıs sobaya yapışınca çok şaşırıp korkarak dualara başladı.

Doğal olarak insanoğlu bilmediği ve anlamadığı şeylerden korkmakta ve hatta onlara itaat etmektedir. Osho burada güzel bir tespit yaparak diyor ki; “ Rahiplerin en büyük rakibi, uyuşturuculardır, çünkü dinle uyuşturacakları insanları ilaçlar kolaylıkla yapmaktadır. Bu yüzden rahipler uyuşturuculara karşıdırlar.”
Yine Osho’nun bir diğer tespiti “ Tapınmak için, tapınak inşa eden tek hayvan türü insandır. Diğer canlılar böyle bir ihtiyaç duymazlar.”

Bu nedenle gelişmiş bir medeniyetten gelen ve aslında tüm evrenin canlı bir varlık olduğunu ve holografik olarak tüm varlıkların bu evrenin bir uzantısı, parçası olduğu bilincini taşıyan Mısır’ın ilk yöneticileri, bu bilgilerini sembollerle anlatarak ve bir sır perdesine bürünmüş rahipler grubu yaratarak devam ettirmeyi tercih etmiştir.
Böylece doğal olarak insanlar artık yönetici ve rahipler sınıfına çalışıyordu. Evrendeki tek bir varlığın bulunduğu, eşitlik ve aynı bütünün parçası olma düşüncesi sembollere bölünmüş, çıkar mekanizmaları kendi tanrılarını yaratmaya başlamıştı. Artık her olay için bir tanrı yaratılıyor ve adına tapınaklar kuruluyordu.

Hiçbir şeye sahip olamayan geniş halk kitleleri yalnızca bir inanca sahip olup, buna sarılırken, rahipler sınıfı kendi aralarında bir dayanışma kurumu oluşturarak, topluma umut vadeden zeki kişileri zorlu sınavlardan ve denemelerden geçirip, özel ayinlerle kendi saflarına katıyorlardı.

Rahip sınıfı, halkın gerçekleri ve bilgileri anlamamasını sağlamak için, kendi aralarında kullandıkları sembollere dayalı bir dil ve yazı oluşturmuşlardı. Sıradan bir kişi bunları ezbere okusa da ne anlama geldiğini bilemezdi. Ancak bu semboller ve sözler halk üzerinde büyük bir etki yaratmaktaydı.

Mısırda din sömürüsü almış başını gitmiş ve yozlaşma artmıştı. Rahipler yönetim üzerinde de otoritelerini arttırmışlardı ve her gün mantar gibi yeni tapınaklar kuruluyordu. Bunun üzerine Firavun Ahenaton ( MÖ: 1379—1362) tüm tapınakları kapattırdı ve tek tanrı inancını Mısırın resmi dini olarak ilan etti. Aton isimli tek ve cisimsiz bir tanrıya tapılmasını emretti. Teb şehrindeki Amon-Ra rahiplerinin etkisini bu yolla kırmaya çalıştı. Bunun için Ahetaton (bugün Tel el-Amarna) kentini kurdu. (Ahetaton mezarlığında bulunan bir dua biçim ve imge açısından Tevrat’taki 104. Mezmur’a çok benzemektedir.)

Ahenaton’un getirdiği yeni din, Amon-Ra ve diğer rahipler tarafından geniş tepki gördü. Onun ölümünden sonra yeni din ve yeni kurulan şehir terk edilerek eski tanrılara dönüldü. Her ne kadar bu yeni din sonradan terk edildiyse de, bir kısım rahipler tarafından yer altında gizli bir öğreti olarak devam ettirildi. Tek tanrıya inanç fikri, akıl ve hikmet sahibi insanlar tarafından nesilden nesile aktarılmaktaydı.

Geniş halk kitleleri, ancak dogmalara inandırılarak kontrol altına alınabilir. Çünkü birçoğu kolay düşünmek ve kolay yaşamak peşindedir. Bugün bile halkın içinden seçeceğiniz sıradan birine kuantum teorisini anlatmaya kalkışacak olursanız sizi anlamayacak, sırtını dönecek ve hatta size normal bir insan değilmişsiniz gibi bakacaktır. Ama ilahi bir güç böyle istiyor diyerek bu teoriyi bilmediği bir dilde ona ezberletmek daha kolaydır.

Görüldüğü gibi çok eski dönemlerden bu yana aydınlanmış insan, yöneticiler ve inandırılmış geniş halk kitleleri tarafından devamlı ötelenmiş ve örselenmiştir. Beş köşeli yıldız o dönemden bu yana akıl ve hikmetin önderliğinde hareket eden aydınlanmış insanı sembolize etmektedir. Türk bayrağındaki yıldız da aslında beş köşesiyle insanı sembolize eder. Mısır tarihine döndüğümüzde Ahenaton (Aton’un kardeşi) ekolünden gelen ve aydınlanmış bir diğer insanla karşılaşılırız. Mısır’da ezilen bir halkın kurtarıcısı olarak ortaya çıkan ve tek tanrının buyruklarını uyguladığını söyleyen eğitimli bir önder; Hz. Musa.

İnsanların görünmez ve tanımlanamaz bir tanrıya tapmalarını isteyen, ( ki bu tanrı tüm evreni ve insanlığı kuşatmaktadır) akıl ve hikmeti ön planda tutan, hurafe ve batıl inançlara prim vermeyen örgütleme yeteneği olan aydınlanmış bir kişidir Hz.Musa.
Akıl ve hikmetin kendisine verdiği üstün yetenek ve bilgiyle, mucizeler gösterdiği anlatılır.
Düzenleyici dini kuralları halkın anlayacağı bir dille emirler haline getirmiştir. Hz. Musa, yönetici sınıfın din yolu ile ve uydurulmuş hurafelerle kendi kavmini yoldan çıkarmaması için çok mücadele etmiştir.

Mayaların yalnız Mısır değil, Anadolu’da ve özellikle Mezopotamya Bölgesinde de koloniler kurmuş olduklarını daha önce belirtmiştik. Berosus’un anlattıklarına göre, Dicle’nin denize döküldüğü yerden karaya çıkan Mayalar, Dicle’nin Fırat’a karıştığı noktaya doğru ilerlediler. Akarsuda yol olarak 100 km kadar içeri girdiler ve bataklık topraklarda bir yerleşim yeri kurdular. Toprağın yapısından esinlenerek buraya Maya dilinde bataklık, sulak anlamına gelen Akal ismini verdiler. Zamanla bu kelime Akad’a dönüştü. Yerleşim yerlerini vahşi hayvanlardan ve yerli komşularından korumak üzere çitlerle çevirdiler.

Kalti, Maya dilinde çitle çevrilmiş yer demektir. “Kal” çitle çevrilmiş, kale anlamında bir kelimedir. Maya dilinde “ti” yer demektir. Bu yüzden bu ilk kolonicilere daha sonra Kaldi denilmeye başlandı. Bizde onları Kaldeliler olarak tanıdık. Bu koloniciler nedeniyle o dönemde astronomi bilgisi bu bölgede çok gelişti. Gözlem amaçlı kuleler ve tapınaklar yapıldı. Daha sonraki istilalarda Kalde dili unutulup gitmiş, Yalnızca Kaldelilerin kadim bilgilerine sahip olan Daniel bu yazıları okuyabilmiştir. Görülebileceği gibi tek tanrı inancı bir taraftan Mısır’a ve diğer taraftan Mezopotamya’ya aynı kaynaklardan taşınmıştır.
Böylece Mezopotamya ve Mısır’a Mayalıların getirdiği sırlarla birlikte tek tanrı inancının tohumları ekilmiş oldu. İbrahim Peygamberin bu topraklarda ortaya çıkmasına bu nedenle şaşırmamak gerekir.

Daha sonra Davut Peygamber Yahudilerin başına geçecek ona da “Zebur” adında bir kitap indirilecektir. Hz. Davut’tan sonra peygamberlik, birçok sırlara sahip olduğu anlatılan oğlu Hz. Süleyman’a geçecektir. (MÖ: 10. yy) Kuran’a göre de Tanrı rüzgârı Hz. Süleyman’ın emrine vermiş, cinleri onun kölesi yapmış, hayvanların dillerini öğretmiş, egemenliğini akıl ve hikmetle güçlendirmiştir.
Ve Hz. Süleyman, gücünün kanıtı olarak ünlü bir mimar olan Hiram Usta’ya MÖ: 957 yılında Kudüs şehrinde bir tapınak yaptırmıştır. Bu tapınakla birlikte ezoterik bilgiler yavaş yavaş örgütlü ve sistematik bir hal almaya başlamıştır.

Kudüs Tapınağı MÖ: 586’da tamamen yıkıldıktan sonra MÖ: 515’te yeniden inşa edilmiştir. MS: 66’da Roma’ya karşı başlatılan ayaklanma kısa sürede tapınak üzerinde yoğunlaştı ve MS: 70’te Av ayının 9’ ve 10’unda Romalıların tapınağı yakmasıyla sonuçlandı. Bu tapınaktan günümüze yalnızca batı duvarı olan, bugünkü “Ağlama Duvarı” kalmıştır.

O dönemlerdeki ulaşım ve iletişim imkânlarının son derece kısıtlı olduğunu kabul edecek olursak, yaşanan olayların ve sağlanan bilgilerin insanlar arasında nasıl bir etkileşim yarattığını, olayların nasıl farklılaştırıldığını tahmin edebiliriz. Buna örnek olarak çocukların bugün oynadığı telsiz-telefon oyununu gösterebiliriz. Bugün bile gelişmiş medya imkânları geniş halk kitlelerini istedikleri gibi şartlayabilmektedirler.
Bu nedenle o dönemlerde eğitimli ve bilgili insanların mucize yaratma konularında çok fazla zorlanmayacağı kanaatindeyim. Ayrıca güzel konuşma sanatının etkili bir ikna metodu olduğunu da düşünmek lazım.

İnsanların; ezildiği, yaşama haklarının ellerinden alındığı ve rahiplerce istismar edildiklerinin bilincine vardıkları kokuşmuş bir düzen içinde, kurtarıcı bir inancın peşinden koşmaları kaçınılmazdı. Tek tanrı inancının dayandığı ezoterik düşünceler bir kurtarıcının geleceği düşüncesini her dönem canlı tutmuştur.
“Bu ülkenin bir sahibi yok mu ? Kurtarıcımız ne zaman gelecek ?” düşüncesi ve inancı o dönemde de bugünkü kadar geçerliydi. Evrensel Ulu yaratanın gücünü bireylere indirgeyerek çare aramak, toplumsal bir alışkanlık haline getirilmiştir. Herkes bir mucize bekliyordu.

O mucize Hz. İsa ile birlikte geldi. Ezilmiş kitleler büyük bir umutla tek tanrılı bu doğru insanın etrafında toplanmaya başladılar.
Toplumsal güç, bu yeni inanç saflarında oluşmaya başlamıştı. Çok geçmeden zamanın egemen gücü olan Roma İmparatorluğu, emperyalist sömürü düzenini devam ettirebilmek için, gücün kaynağını elinde bulundurmak gereksinimini hissetti.

Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul etti ve gücün merkezini Vatikan’a taşıdı. Zaman içinde kendi ritüellerini, kendi dünya görüşlerini bu inanç içine monte ederek, bu inanç kanalıyla daha geniş bir sömürü düzeni yarattı. Artık cennetin anahtarları, tanrı ikonaları satılabiliyor ve Tanrı adına kullar cezalandırılıp, bağışlanabiliyordu.
Tanrı adına seferlere çıkılıyor aynı tanrının çocukları acımasızca soykırıma uğratılıyordu. Bilim ve sanatla uğraşmak rahip sınıfının tekelindeydi. Günümüze kadar uzanan köklü ve güçlü bir rahip sınıfı sahnede yerini almıştı.

Kudüs’ü işgal eden Haçlı Orduları çocuk kadın demeden tüm halkı öldürdü ve Kudüs sokaklarında günlerce kan akıttı. Haçlı seferleri ile birlikte Avrupa yeniden ezoterik bilgilerle tanışmaya başlamıştı. Doğunun zenginlikleri yanı sıra kadim bilgileri de Avrupa’ya taşındı. Ancak uzun süre kilise kontrolünde tutulan bilim ve sanat; dinde reform, bilimde ve sanatta yapılan rönesans hareketlerinden sonra ivme kazandı. Fakat Ortaçağın karanlık dönemlerinde bir çok bilim adamı ve sanatkâr Tanrı adına yok olmaktan kurtulamamıştı. Ortaçağdaki kadar olmasa bile bugün de dünyamızda inanç sömürüsü ve egemenliği gücünü arttırmak arzusuyla yaşamaktadır. Sömürüye dönük din savaşları kimi zaman açık, kimi zaman perdelenmiş olarak devam etmektedir.

Hz. Muhammed, 570 yılında Batı Arabistan’daki ticaretin kavşak noktası olan Mekke’de doğdu. Yaşamı boyunca hiç ilgi göstermediği putperestlik inancının, genel olarak kişileri; dinsel, ahlaksal ve toplumsal olarak insan onuruyla bağdaştırılmayacak kadar yanlışlıklara ve kötülüklere sürüklemiş olduğunu gördü.
Bugün Dünyada bir milyardan fazla insanın bağlı olduğu İslam dini, Arabistan’da Hz. Muhammed tarafından kuruldu. İslam’dan öce Arap toplumu genellikle putperestti. Bunun yanında, az sayıda Hıristiyan Arap ve Musevi Arap da vardı.

Hz. Muhammed , otuz yaşlarında, Hira Dağı’nda bir mağaraya çekilerek toplumunun dinsel ve ahlaksal sorunları üzerinde düşünmeye yöneldi. On yıl kadar süren böyle bir düşünme ve manevi arınma dönemi yaşadıktan sonra, 610 yılına doğru kendisine peygamber olarak seçildiği bildirildi ve Kuran’ın ilk ayetleri vahi edildi. “ Yaratan Rabbinin adıyla oku !”

Müslümanlık en son din olarak ortaya çıkmıştı. Romalıların Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra, tek Tanrılı Yahudilik ve Hıristiyanlığın Ortadoğu ve Avrupa’da mevcudiyeti kuvvetli bir şekilde devam etmekteydi. Araplarda bu coğrafyada kolaylıkla bu iki dinden birini seçebilirlerdi. Sonuç olarak her üç dinde aynı Tanrıya inanıyordu.
Kuran, bu dinleri ve bu dinlerin peygamberlerini doğrulamaktaydı. Hz. Muhammed’in Müslümanlığı değil de, bu dinlerden birini kabul ederek Araplara benimsetmesi durumunda belki bugüne kadar süregelen büyük çatışmaların bir çoğu yaşanmayacaktı, belki de bu durumda Hz. Muhammed yalnızca bir aziz olarak anılacaktı.

Ancak İslam inancına göre, Ulu Tanrımız, bozulmuş ve güncelliğini yitirmiş olan bu dinlerin yerine yeni bir din konulmasını ve bu dini temsil edip yaymak için de Hz. Muhammed’i seçmişti. Gerçektende Hz. Muhammed kendi toplumunda mucize sayılacak bir devrim gerçekleştirmiş; akıl, hikmete dayanan kurallarla yalın bir din kurmuştu. Özlenen bu saf ve temiz inançtan kısa bir süre içinde büyük bir İslam Alemi doğmuş ve üç kıtaya yayılmıştı. Hz. Muhammed kendinden sonra da her hangi bir peygamber gelmeyeceğini bildirerek ileriye dönük yeni dinlerin doğmasını önlemişti. İlk dört halife seçimle iş başına gelmiş ve adaletle hükmetmişlerdi.

İnsanlara Tanrı’nın buyruğunu ileten kutsal dört kitap, Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran aynı ilahi kaynaktan gelmekteydiler. Bu nedenle konu olarak işledikleri erdemler ve hikayeler birbiriyle uyumluydu. Hz. Muhammed’in en önemli adamlarından biri de Yemen’den Hz. Muhammed’in yanına göç ederek, Müslümanlığı seçen Ka’b isimli bir Yahudi idi.
Ka’b daha önce yaşamını Yaradılış ve peygamberler hakkında hikâyeler öğreterek kazanıyordu. Dini kitaplar ve konular üzerinde son derece bilgili, oldukça zeki ve çok iyi bir hatipti.
Müslümanlığın Medine’deki ilk yıllarında Kıble Kudüs’teki Kutsal Kayaydı. Daha sonra Kıble olarak Mekke şehrindeki Kabe belirlendi. Kabe, Tanrı tarafından Hz. İbrahim’e açıklanan bir yer olup, insanlar için kurulan ilk evdir. Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte bu evi inşa etmiştir.

Hz. Ömer’in 7. yy da Kudüs’ü alışında Ka’b da onun danışmanıydı. Kudüs hakkında Hz. Ömer’e bir çok bilgiyi Ka’b anlatmıştı. Hz. Ademin yeryüzüne ilk indiği, Hz. İbrahimin üzerinde oğlunu kurban etmek istediği, Hz. Muhammed’in Miraç’a çıktığı Kutsal Kaya hakkında bilgiler vermişti.

Ka’b’ın anlattıklarına göre, Hz. Davud Tanrı’ya bu kaya üzerinde dua etmiş ve İsrafil, surunu son kez bu kaya üzerinde üfleyecekmiş. Hz. Ömer tarafından Kudüs alınınca bu kayanın güneyinde yer alan Bizans imparatoru I. İustinianos’un yaptırdığı bir bazilka, “ Mescid-i Aksa” adı ile camiye çevrildi. Mescid-i Aksa (Mekke’den) “en uzaktaki cami” anlamındadır.

Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan 691 yılında Kudüs’te Hacer-i Muallak diye anılan bu kutsal kayayı da içine alacak biçimde Kubbetü’s-Sahra adlı bir mescit yaptırmıştır.
Dört halife döneminden sonra halifelik ihtilaflı bir şekilde Muaviye’ye geçti ve daha sonra padişahlık gibi babadan oğla devredilmeye başlandı. Bu dönemde Hz Ali ve çocuklarının da peş peşe öldürülmesi İslamiyet’te ayrılıklar ve yeni mezhepler doğmasına yol açtı.

Zaman içinde İslamiyet’i de tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi din tüccarları ve istismarcılar bir sömürü aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Düşünmek ve araştırmak istemeyen veya kendisine bu imkân tanınmayan geniş halk kitleleri yalnızca dini yöneticilerin ve din adamlarının anlattıklarını kabul ederek, bunlarla yetinmek zorunda bırakılmıştır.

Günümüzden bir örnek verecek olursak; geçenlerde resmi bir dairede görevli olan bir bayandan dinlediğim hikâye ilginç olacaktır. Bu hanımın çalıştığı dairenin yüksek tahsilli yöneticisi, dini görevini yerine getirmek üzere Cuma namazına gidip döndükten sonra, bayan memuruna şöyle diyor; “ Camide dinlediğim vaaza göre erkeklerin helali olmayan kadın sesi duymaları harammış, doğru mu acaba? Kafam karıştı.”

Yine bu yönetici, sık sık bayanların çalışmasını doğru bulmadığını söylemekte ve bayan memurların bir an önce emekli olmaları gerektiğini tekrarlamaktaymış. Safsataya kafa yoran bu tür kişiler, tüm yaşamları boyu toplumsal ve dini konularda kaç kitap okuyup araştırdı diye sorulursa, belki bir elin parmakları kadar veya hiç denilebilir.
Tanrının “ Yarattığım en kutsal varlık” dediği insanla Tanrı arasına girerek, Tanrı adına ahkâm kesen ve inancı yozlaştıran, bu aracı din tacirleri, zaman içinde halk üzerinde büyük hayal kırıklığı yaratarak, inanmışları safsatalarla çağ dışı bıraktığı için, birçok inanmış kişi, zaman içinde kendilerini Tanrı’ya aracısız, doğrudan ulaştıracak yollar aramaya başladı.
Bulunacak yol; Orta Asya’da başlayıp, Amerika, Afrika ve Anadolu’ya kadar dolaşmış olan, saf ve katıksız inancın kendisiydi. Bu inanç ve bağlanma, Tanrı ile insan arasına hiçbir aracıyı koymuyordu. Tanrı zaten insanın varlığında mevcuttu. Bu mevcudiyet insanı bir ilahi nur ile sarmalıyor ve aydınlatıyordu.

Arapça’da “Varlığın birliği” anlamına gelen “Vahdeti vücut” anlayışı; tasavvuf düşüncesinin, “varlığı bir bütünlük içinde açıklama” ihtiyacına cevap verir.
Vahdeti vücut, İslami esasların tam anlamıyla mistik bir yorumudur ve bütün mistik yorumlar gibi sert tepkilerle karşılaşmıştır.

Vahdeti vücutçu mutasavvıflara göre; ” Evren ve Evrende bulunan her şeyin Tanrı’dan ayrı ve gerçek bir varlığı yoktur.” Çünkü; “ Allah’tan başka varlık yoktur” ( La mevcude illallah). Dolayısıyla evren ve evrendeki bütün varlıklar O’nun bir görüntüsü olmaktan öte bir gerçeklik taşımaz. Böylece yaratan (halık) ve yaratılan ( mahluk) bir olur. Allah’ı ve O’nun yoktan var ettiği ayrı varlıkları kabul eden İslami anlayışla görünüşte çelişen vahdeti vücut düşüncesinin izlerini ilk mutasavvıflarda görmek mümkündür.

Tasavvufun en seçkin temsilcilerinden Hallac-ı Mansur ( Öl. 922) “ene’l-hak” ( ben hakkım) dediği için idam edilmişti. Ancak vahdeti vücut anlayışını tam olarak sistemleştiren Endülüslü mutasavvıf Muhyiddin Arabi’dir (1165-1240) Arapça’da yol anlamına gelen tarikat kelimesi, başlangıçta sufinin Tanrı’ya ulaşmak için izlediği mistik yolu ifade ediyordu. 11. yy’dan başlayarak, bir tasavvuf büyüğünün adı etrafında örgütlenmiş zümreler ortaya çıkmaya başladı. Başlangıçta sufinin isteğine bağlı olan gönüllü ibadet, evrad ve zikirler belirli kurallara bağlandı ve tasavvufta şeyh, mürşid, rehber gibi adlarla anılan manevi makamlar ortaya çıktı.

Başlangıçta kendi yollarını kendileri seçen sufiler bir tarikata girmek ve bir mürşide bağlanmak zorunda kaldılar. Zamanla her tarikatın “adab-erkan” denilen kendi iç kuralları oluştu ve aralarındaki farklılıklar belirginleşti. Kaynaklarda, Cuneydiye, Kassariye, Muhasibiye, Sehliye, Hallaciye gibi Hicret’in ilk üç yüzyılında yaşamış büyük sufilerin adlarına izafe edilen tasavvufi yollardan söz edilir. Ancak bu adlandırmalar kurumlaşmış bir yapıyı göstermiyordu.

Bugün tarikat denilince akla gelen Bektaşilik, Kadirilik, Mevlevilik, Nakşibendilik gibi tarikatlar olup, kurucuları 12. yy’dan sonra yaşamışlardır. Ancak bu kişiler sağlıklarında bir tarikat oluşturma çabası içinde olmamışlardır.

Tarikatların “seyrü süluk” denilen tasavvufi etkinliklerden tövbe, sabır, zühd, tevekkül, zikir, ibadet konularında biçimsel farklar vardır. Ancak bunların hepsinin amacı, insanı Tanrı’ya yaklaştırmak, dini ve ahlaki erdemlerle bezemektir.

Tanrı insanı kendi suretinden yaratmıştı. İnsan, bir kumaş dokusunun küçük bir parçasıydı. Bu nedenle Tanrısından çok uzak olamaz onunla iç içe yaşardı. Ayrı gayrı olmayınca da geriye yalnızca Tanrıya sevgiyle bağlanmak kalıyordu.

Bu düşünce ve inanışa ulaşınca da tüm evrenin sır kapıları kendiliğinden insanoğluna açılmaktaydı. Tanrıya ulaşmanın yolu baskı, şiddet ve zorlama olamazdı. Tanrı kendi yarattığı her şeyle beraberdi. Kısacası tüm evren ve hatta ötesi Tanrı’nın kendisiydi. İnsan da, doğal olarak Tanrının bir uzantısı ve yansımasıydı. O zaman insanlar arasında ayrılık ve gayrılık olmamalıydı.

Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Nesimi, Şems-i Tebrizi, Mevlana ve daha nice gönül adamı bu gerçeğin farkına varmışlardı.

Uyur idik uyardılar
Diriye saydılar bizi
Koyun olduk ses anladık
Sürüye saydılar bizi
Pir Sultan’ım Haydar şunda
Çok keramet var insanda
O cihanda bu cihanda
Ali’ye saydılar bizi
Pir Sultan ABDAL
Sevdi Mecnun nice sevda ile Leyla’yı
Ama Leyla bırakıp gittiği gün tek kaldı.
Şemsi-i Tebriz – ne garip – kendine aşıktır.
Ama kendinde bulup gördüğü şey Tanrı.
Şems-i TEBRİZİ

Yer gök yaratılmadan
Kalü bela denmeden
Levh kalem çalınmadan
Miracta kadir idim
Nice kez geldim gittim
Tellim suret yarattım
Bu şimdiki surette
Yunus olup dür idim
Yunus EMRE

Gel bize kim olursan
Kim olsan buyur bize
İster dinsiz imansız
Putperest ol isterse.
Ümitsizlik meclisi
Değil dergahımız ki
Nice bozsan tövbeni
Gel gene buyur gel.
MEVLANA

Son olarak geldiğimiz nokta şudur; küçük parçalara bakmak için düşüncelerimizi ve benliğimizin açısını küçülttükçe, bir diğer deyişle maddeye yoğunlaşıp zoom yaptıkça bütünü algılamaktan da uzaklaşıyoruz. Aslında çok yakınımızda olan ve hatta bizimle birlikte olan evrensel hakikati görüş ve algılama alanımızın dışında tutuyoruz. Oysa Orta Asya’dan, Amerikaya, oradan Afrika’ya ve Orta Doğu’ya uzanan binlerce yıl önceki inanç sistemleri bu günkünden daha evrenseldi. Kızılderili şef, toprağa ve ağaca kardeş gözüyle bakıyordu.

Ölümün bir son değil, devinim olduğunu, biliyorlardı. Bu bilgileri idraklerinin dışında taşımaya başladıkları cahillik dönemlerinde ise, bilinçaltındaki dürtülerle hareket ediyorlardı. Örnek verecek olursak; Gerçeklerden uzaklaşarak oluşturdukları gelenek ve dini adetler sonucu, ölüleri için mezarlara yiyecek ve değerli şeyler bırakıyorlardı.
Evrensel gerçekler bireysel idrak seviyesine inmeye başladıkça, protokol ve törenler ortaya çıkıyordu ve birçok kuşak bunları araştırmadan yalnızca dogma olarak kabul ediyordu.
“Yalan günahtır da diyebilirsiniz veya yalan evrensel gerçeklerle bağdaşmadığı için, doğanın düzenini geçici olarak bozan ve negatif bir enerji yaratarak, başkalarına ve size zarar veren bir eylemdir.” de diyebilirsiniz.

Sanırım tüm dünyadaki insanlar bir gün Hz. Mevlana’nın felsefesini özümsedikleri takdirde, Dünyamıza kardeşlik ve huzur hâkim olacak. İnsanoğlu, diğer varlıklarında kendisi kadar değerli olduğunu ve hatta zaten onların da kendisi olduğunu anlayacak. Beslediği sevginin ve nefretin eninde sonunda artarak kendisine döneceğini anlayacaktır.
Semavi dinler tüm insanların Adem ve Havva’dan türediğini bu nedenle kardeş olmaları gerektiği söyler. Adem ve Havva’yı da Tanrı kendi varlığından yarattığına göre, evrende Tanrıdan başka bir varlık zaten söz konusu edilemez !.. O zaman kendi kendimizle yaptığımız bu kavga neden ?

Sözlerime bir şiirimle son vermek istiyorum.
Sözlerime bir şiirimle son vermek istiyorum.

ULU MİMARIN
ULU PLANI

Önce yokluk vardı.
Sonra,
Sonsuz bir yalnızlık
Varlığı sardı.
Her şeye gücü yeten
O TEK mutlak varlık
Sıkıldı yalnızlıktan
Bakarak
Adem denilen yokluk aynasına
“ Ol !.. ” dedi; yokluğa.
Sıkışmıştı tüm evren
Bir tek noktanın içine
Patlayıverdi ansızın yokluk
Sarıverdi tüm evreni
Gittikçe genişleyen uzayda
Dans ediyordu şimdi
Denizler ,
Rengarenk çiçekler, kelebekler
Ve sesler.
Hepsinde aynı parçacıklar
Protonlar, nötronlar, elektronlar
Değişik dizilmişlerdi düzleme
Birbirlerini tanıyor
Ancak,
Farklı algılıyorlardı varlıklarını.
Ve farklı görüntüdeydi yaratılanlar
Bir yap boz oyunu gibi
BİZ
Dağılmıştı maddeye esrarengiz.
Ben, sen, onlar olmuştu.
“Kim yarattı bizleri ezeli yokluktan ? “
Sorusu kafalara üşüşünce
Algılanamıyordu bu düşünce.
Birleşebilseler bir gün aslında
Yine bir tek BİZ olacaklar.
Tüm varlıklar,
Elektron ve protonlar
Proton içinde pozitronlar
Evden işe, işten eve gider gibi
Bir yörünge tutturmuş
Dönüyorlar… dönüyorlar…
Bu dönüşün bir sonu var
Onu hiç düşünmüyorlar!..
Mustafa Süreyya SEZGİN
İstanbul, 11.07.2003
“Suskun Sevda” adlı kitaptan.

sunum-indir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir