Adâlet kavramı, insanoğlunun varoluşuyla birlikte gündemdeki yerini almıştır. Kimi zaman örf ve adetlerle, kimi zaman kutsal kitaplardaki emredici hükümlerle, kimi zaman da hukuki mevzuatta şekillenen müeyyidelerle bir kısım haklar güvence altına alınmıştır.

Tarih boyunca vazedilen kuralların, tarafımızdan bilinenlerinin ilki, NUH’UN YEDİ KANUNU’dur. Bu kanun şu hükümleri içermektedir;

  1. Adil Olacaksın
  2. Tanrı’ya tapacaksın
  3. Putlardan uzak duracaksın
  4. İffetli olacaksın
  5. Cinayet işlemeyeceksin
  6. Çalmayacaksın
  7. Kan içmeyeceksin

NUH’UN YEDİ KANUNU’ndan sonra, tabletler üzerinde yazılı olarak bulunan ve M.Ö. XIX. Yüzyıldan günümüze gelmiş olan GILGAMIŞ KANUNU kayda değer bulunmaktadır. Bu yazıt, “TANRI’NIN ADINI BOŞ YERE AĞZINA ALMA, AND İÇME” şeklindeki ilave ile sekiz maddeden oluşmaktadır. Bu kanunun madde başlığı şöyledir: “SHA NAGBA İMURU” ( Her şeyi görmüş olan).

Bundan sonra, semavi dinlerin ana kurallarını ihtiva eden “EVAMİRİ AŞARA” ( On Emir) sıradaki yerini almış ve bu kurallar, bugüne kadar hükümranlığını sürdürmüştür.

M.Ö. XIII. Asırda, TUR-İ SİNA’da Hazreti MUSA’ya nazil olduğu bildirilen ON EMİR, şu hükümleri içermektedir.

  1. Allah birdir
  2. Musa Ümmetinin bu Allah’tan başka Allah’ı yoktur
  3. Put yapılmayacak ve puta tapılmayacak
  4. Haftada altı gün çalışılacak, bir gün dinlenilecek (sept)
  5. Ana’ya, baba’ya sevgi ve saygı gösterilecek
  6. Adam öldürmek kesinlikle yasaktır
  7. Zina edilmeyecek
  8. Yalan yere tanıklık yapılmayacak
  9. Hırsızlık yasaktır
  10. .Komşunun malına, ırzına göz dikmek haramdır.

On Emir, her üç semavi dinin kutsal kitaplarında ifadesini bulmuştur.

Adâlet sözcüğü, Arapça’da doğruluk anlamına gelen ADL kökünden gelmektedir. ADL, İslâm dininde Allah’ın doksan dokuz sıfatından biridir. Adâlet; Ferit Develioğlu’nun “Osmanlıca – Türkçe Ansiklopedik Lûgat”’ında, hakka riayetkârlık, hak tanırlık, haklılık, doğruluk olarak tanımlanmaktadır. Meydan Larousse ise adâleti; hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme, doğruluk şeklinde tarif etmiştir. Hukuk, Hak’lar anlamına gelmektedir. Hukuk; toplum huzurunu sağlayan ve devlet tarafından tayin edilen müeyyidelerle kuvvetlendirilmiş bulunan kuralların bütününü ifade etmektedir.

Hukuk’un her zaman adâleti tevzi ettiğini söylemek güçtür. Ortaya konan müeyyideler, kimi zaman bir topluluğun, kimi zaman da bir kişinin, diğer topluluk veya kişilerden daha güçlü olmalarından dolayı da doğmuş olabilir. Yahut da yürürlükteki mevzuat, bir dinin şeriat’ında kaynağını bulabilir.

Hukuk’un uygulanması, zamana ve mekâna göre de değişiklik gösterebilmektedir. Hukuk’un milli sınırlarla birbirinden ayrılan ülkelerde değişik şekillerde uygulandığı görüldüğü gibi; aynı sınırlar içinde yaşayan insanlar arasında da uygulamada farklılıklar görülebilmektedir. Bu farklılıklar değişik meslek grupları arasında da su yüzüne çıkabilmektedir. Örneğin “ şecaat arz ederken merdi Kıpti sirkatin söyler “ ifadesi bunun tipik bir örneğini sergilemektedir. Bu gerçeğin bilinci içinde PASCAL; “Pireneler’in bir tarafındaki hakikat, Pireneler’in öbür tarafında yanlış olabilir” demiştir.

Bu hükümler, doğruyu dile getirdiği için değil, kanun oldukları için Pireneler’in her iki tarafında da kabul görmüştür. PACTA SUNDA AKPASİS (Kurallar riayet edilmek için vazedilir) şeklindeki tarihi vecize, bugün de geçerliliğini sürdürmektedir. Netice olarak denilebilir ki, hukuk; bilim adamlarının kaynağını dinsel, kişisel veya kurumsal bir güce, doğal hukuk fikrine, tarihsel oluşum ve geleneklere, sosyal anlaşmaya bağladıkları, toplu yaşamanın olağan sonucu ve gereği olan kuralların bütünüdür.

Hukuk, uyulması zorunlu, uyulmamasının sonuçları önceden belirtilmiş yazılı ve sözlü kurallar topluluğudur. Hukuk’un olmadığı yerde kişi özgürlüğünden, toplum organizasyonunun varlığından söz edilmesi mümkün değildir. Bir ayırma göre hukukun temeli, insanın doğal yaradılışına istinat etmektedir. Diğer bazılarına göre ise hukuk, sebep ve sonucunu Tanrı’da bulmaktadır. Dinsel bakımdan; evrende mevcut bulunan tüm varlıkların yaratıcısı ve bunlarla ilgili her konunun çözüme bağlanması işlevleri Tanrı’ya aittir. Dolayısıyla zemin ve zamana bakılmaksızın tüm varlıkların hak ve hukuklarının buyurucusu da Tanrı’dır. Her canlıya ve her nesneye ait olan hakların verilmesi ve borçlarının vazedilmesi, bunlarla ilgili mükâfat ve mücazatın tayin edilmesinin kaynağı da Tanrı’dır. Bunun kurallarını ŞERİAT’ta bulmak mümkündür. Tanrı buyruğu olan kutsal kitaplarda ifadesini bulan Adâlet kavramının; değişen koşullar ve toplumsal gelişmeler karşısında, yeni bir revizyona tabi tutulması, sadır olduğu kaynak nedeniyle olası değildir. Çünkü burada adalet, Tanrı buyruğu ile tecelli eder, İnsan iradesiyle değiştirilmesi söz konusu olamaz.

Eski Yunan mitolojisinde adalet (Justitia), adalet tanrıçası Themis ile sembolize edilmiştir. Bir elinde adalet terazisi, öbür elinde kılıç ile gözleri bağlı bir kadın şeklinde tasvir edilmiştir. Terazi, hakkı adilce dağıtmayı, hukuksal dengeyi sağlamayı; kılıç da bunun yaptırım gücünü sembolize etmektedir.

1801 – 1881 yılları arasında yaşayan Fransız araştırmacı, bilgin LİTTRÊ nin lûgatinde, adalet için şu ifade kullanılmaktadır : “Her ferdin hakkına uygun olan kural, ferde ait olanı kendisine vermek olan sabit ve sürekli iradedir” der. Kişi yönünden adaleti, başkalarının hakkına saygı göstermek şeklinde tanımlayabiliriz. Hak, bilinen bir hukuk kuralına dayanarak karşımızdakinden belirli bir duruma uymasını istemek yetkisidir. Hukukun koruduğu somut ya da soyut yararımızdır.

Yunan düşüncesinde ilk zamanlar adalet, adaletsizlik olgusuna dayanılarak izah edilmiş ve “Adaletsizlik olmadan insanların adaletin ne olduğunu bilemeyecekleri” tezi savunulmuştur. Bu dönemde adalet, ahlâk ve hukuk kavramları arasında bir ayırım düşünülmemiş ve adâlet bir “iyilik sevgisi” olarak, “dürüstlük” olarak ifade edilmiştir. Eski Yunan’da adalet kavramını ilk kez devlet felsefesi açısından düşünce konusu yapan PLATON olmuştur. PLATON’a göre adalet, tüm erdemleri varlığında toplayan en üstün erdemdir. Bu anlamda adalet, “Herkese kendinin olması gerekeni” vermektir.

Hocası SOKRATES’in tesirinde kalan ünlü düşünür, “İnsan kendisinde adalet denen erdemi gerçekleştirdiği ölçüde insan olarak kişilik kazanır ve ancak bu seçkin kişilerin meydana getirdiği bir toplum insanlık idealine yönelebilir. Erdemsiz yani adaletsiz bir toplumun yaşama gücü ve var olma hakkı yoktur” der. ARİSTO, adalet olgusu ile ilgili düşüncelerini, genel ahlâk kuramına dayandırmış ve “Toplumsal ilişkiler açısından kamu düzeninde adalet eşitlikte görülür. Hiç kimse, kendisine düşmesi gerekenden fazlasını almamalıdır” demiştir. İnsanın sosyal bir yaratık olduğunu vurgulayan ARİSTO, toplum yaşamı ve devlet idaresi yönünden adaletin önemi üzerinde durmuş ve bu konuda üç kural vazetmiştir;

  1. Hukuk ve adalet toplumun ve devletin temelidir. Kur’anda menşeini bulan ve Halife ÖMER’e atfedilen “EL ADLÜ ESASIL MÜLK” ile ülkemizde kullanılan “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR” deyişlerinin buradan kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
  2. Hukuk ve adalet devlet idaresinin hâkim unsurlarıdır.
  3. Hukuk ve ahlâk devlet yönetiminin amaçlarıdır.

Bu kurallar, bilim dünyasının ve hukuk öğretisinin gündeminden asırlarca düşmemiştir.

LEIBNITZ “Adalet, hukukun hakiki temelidir” şeklinde bir tanım getirmiştir.

Filozof KANT da adaleti üç başlık altında izah etmiştir;

  1. Adalet şerefli yaşamaktır.
  2.  adalet kimseye zarar vermemektir.
  3. Adalet, herkese kendi payına düşeni vermektir, demiştir.

BUDHA’ya göre adalet; “İyiliğe iyilikle ve kötülüğe ise merhametle mukabele etmektir”

İncil’de de aynı mantalite, MATTA İncil’inin beşinci suresinin kırk dördüncü âyetinde şu sözlerle dile getirilmektedir: “Düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin” denilmektedir.

KONFÜÇYÜS adaleti, “Doğruluk ve kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyi başkasına yapmamaktır” tarzında tanımlamamakta ve adaletle ilgili şu çarpıcı ifadeyi dile getirmektedir : “Adalet, herkese eşit muamelede bulunmak, herkese hakkını vermektir. İyiliğe iyilikle, kötülüğe adaletle mukabele edeceksin” tarzında anlatmakta ve “Filozof olmak iyidir, fakat âdil olmak daha da iyidir” şeklindeki isabetli düşüncesini ortaya koymaktadır.

Bir sıralamaya bağlı olmaksızın, dağınık bir perspektif içinde adalet kavramını özetleyerek açıkladıktan sonra, semavi dinler karşısında adalet faktörünün durumuna değinmek istiyorum. Din felsefesi içinde işlenen öğretiye göre adâlet; iyilik ve merhametin birleştiği tanrısal iradenin ifadesi ve tanrısal erdemdir.
Bu nedenle kutsal kitaplarda ifadesini bulan âmir hükümlerin, tanrısal yasalar olduğu savıyla yola çıkılmakta ve bu suretle izahı yapılan adalet mefhumu ile insanların huzura ve mutluluğa kavuşturulabileceğine inanılmaktadır.

Hristiyan din bilginlerinden St. THOMAS; “Beşeri yasaların, tanrısal yasalara uymaları zorunludur. Çünkü, ancak Tanrı emirlerine uyularak kurulan bir hukuk düzeni, tanrısal adaleti gerçekleştirebilir” demektedir.

İslâm dininde adâletin kaynağı Kur’anı Kerimdir. Kur’an’ın yirmi altı âyetinde adaletle ilgili hükümler vazedilmiştir. İzin verirseniz, bunlardan birkaç tanesinin birer bölümünü buraya dercetmek istiyoruz.

Nisâ sûresinin 58. âyeti şu sözleri içermektedir: “…… Allah; insanlar arasında hükmettiğiniz vakit, adaletle hükmetmenizi emrediyor……”
Mâide sûresinin 8. âyeti de şu veciz hükmü ortaya koymaktadır : “……..sakın bir kavme olan kininiz, sizi adâletsizliğe itmesin. Adâletli davranın.”

Aynı sûrenin 42. âyeti ise şöyledir : “……..Şayet hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, adâletli kimseleri sever” demektedir.

En’âm sûresinin 152. âyetinde şu âdil kural yer alıyor : “……. Söz sahibi olduğunuz zaman yakınlarınıza ait de olsa adaleti gözetin. Allah’a verdiğiniz sözü yerine getirin”. Allah, kul hakkı ile huzuruma gelmeyin diye buyuruyor.

Dinde en temel ve en mutlak yasak KUL HAKKI’dır. Allah’ın affetmeyeceği tek suç KUL HAKKI ihlalidir. Çağdaş hukukta bu kavram İNSAN HAKKI olarak karşımıza çıkmaktadır. Bundan da şu sonuca varmamız mümkündür: Çağdaş hukuktaki Adalet Kavramı ile dinlerde ifadesini bulan adalet kavramının ortak paydası KUL HAKKI bugünkü anlatımı ile de İNSAN HAKKI’dır.

Halife ALİ’nin devlet adamlarına öğüdü de, konumuzla ilgili çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir; Adaletten ayrılma. Kendin hakkında, sana yakınlığı olanlar hakkında, tebaan arasından kendilerine meyil beslediklerin hakkında; Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı adâletden kat’iyen ayrılma. Şayet böyle yapmazsan, zulmetmiş olursun. Halbuki Allah’ın kullarına zulmedene karşı bu mazlumların davâcısı bizzat Hazreti Allah’ın kendisidir………” şeklindeki sözleri zamanın, hatta bugünün devlet adamlarına çok değerli bir nasihat mahiyetini taşımaktadır.

Vahiy yoluyla geldiği ifade edilen kutsal kitaplar, genel anlamda, uygulamada üç hukuk sistemini meydana getirmişlerdir.
Günümüzden otuz dört yüzyıl evvel MUSA ile gelen sistem; bir toplum veya kavim için TEVRAT’ta öngörülen özel bir hukuk düzenidir. Pratik yargı hükümlerini içeren ve Museviler için hususi hükümler ihtiva eden bir düzendir.Yirmi bir yüzyıl önce İSA ile gündeme gelen İNCİL; eşitlik, sevgi, hoşgörü ve sevecenlikle nefis terbiyesini ve faziletle yaşamı sağlama yolunu seçen ve Hıristiyanlar arasında uygulama alanı bulan bir düzen getirmiştir.

Üçüncü sistem ise, on beş asır önce MUHAMMED ile indirilen Kur’an ile islâm hukukunu oluşturan şeriat düzenidir. Bu hukukun başlıca dört kaynağı vardır :

  1. KUR’AN,
  2. Sünnet,
  3. İcma,
  4. Kıyas.

1.KUR’AN ; MUHAMMED’in kırk yaşına girdiği 610 yılından, vefat ettiği 632 yılına kadar, vahiy yoluyla kendisine bildirilen âyetlerden oluşmaktadır. KUR’AN’da dini, içtimai ve siyasi kurallar bulunduğu gibi Medeni Hukuk ve Ceza Hukuku alanına giren birçok âyetler mevcuttur.

2. Sünnet; Peygamberin hayatta iken, ümmeti içinde çıkan anlaşmazlıkları, kendisine sorulan dini veya hukuki soruları çözüme bağlayan kuralların bütünüdür.

3. İcma; Bir konu üzerinde fakihlerin aynı yönde fikir beyan etmeleridir. Bu kaynak fıkıh’ın dayanağıdır. (FIKIH : Sanat ilmi, şeriatın usul ve hükümleri âmeli ve şer’i meseleler bilgisi.)

4. Kıyas; İslâm hukukunun dördüncü kaynağını oluşturmaktadır. Kıyas, bir olayın çözümünde uygulanan yöntemdir. Kıyas yoluyla varılan sonuca İÇTİHAD adı verilmektedir.

Dinlerin şeriat kuralları, yukarıda değindiğimiz gibi, menşeini Tanrı’da bulduklarından ve bu nedenle günün koşullarına göre değiştirilmeleri mümkün olmadığından; bugün çok çeşitlilik kazanmış bulunan yaşam biçimlerine devâ olmaktan ve ortaya çıkan ticari, mali ve cezai davalarda, adaleti lâyıki veçhiyle yerine getirmekten uzak kalmışlardır. Şeriat’tan kaynaklanan ikinci sorun; HADD cezalarının (Şeriatın verdiği cezalar) ağırlığı, beyyine külfetinin güçlüğü, olayın şekil şartlarının meydana getirilmemesi durumunda Kadı’nın takdiriyle en ağır cezaların verilebilmesi keyfiyetidir.

Bu durumun daha vahim yönü, HADD cezalarının günümüzün anlayışına uymaması ve İnsan Haklarına tamamen aykırı bulunması hususudur. Hırsızlık yapanın kolunun kesilmesi, zina yapanın sopa cezasıyla tecziye edilmesi, taşlanarak öldürülmesi veya kafasının kesilmesi gibi cezalar, bugünün insanının havsalasının alamayacağı davranışlardır. Şeriat ahkâmında; Özel Hukukta ve Amme Hukukunda, modern hukuk sistemleriyle bağdaşmayan birçok maddeler yer almaktadır. Bu cümleden olmak üzer; kadın erkek eşitsizliği, miras hukukundaki adaletsizlikler, boşanmadaki çarpıklıklar, akit tanzimindeki farklılıklar gibi hususlar dikkati çekmektedir.

İdare Hukuku bakımından da, insan hakları ile izahı kabil olmayan bir uygulama göze çarpmaktadır. İdari mekanizmanın zirvesinde bulunan kimse, sınırsız yetkilerle donatılmıştır. Halkın tamamı reâyâ’dır. Ülke; taşı, toprağı, zenginlikleri ve insanları ile baştaki kimsenin malıdır. Bu sistemde uygar toplumların asırlar öncesinden baştacı ettikleri “NEMO EST SUPRA LEGES – Kimse kanundan üstün olamaz” vecizesinin hayal edilmesi bile olası değildir. Bu bölümü izin verirseniz, ebediyete intikal eden değerlerimizden Prof. Dr. Sahir ERMAN’ın kaleme aldığı açıklamanın bir pasajı ile bitirmek istiyoruz; “Görülüyor ki adâlet dağıtmak, adâletin hüküm sürmesini sağlamak, insanı Allah’a yaklaştıran bir fonksiyondur, nitekim bir başka hadiste BİR SAATLİK İCRA-İ ADALET BİR YILLIK İBADETE BEDELDİR denmiştir.

Ancak adâletin önemini daima takdir eden ve ilâhi adâlete olan inanç ve özlemini her zaman dile getiren insan, bunu çok kere sadece kendisi veya kendi taraftarları için ister ve hiçbir zaman kendisinin haksız olabileceğini düşünmez: bir suçlunun kendisi hakkında verilen mahkûmiyet kararını yerinde ve âdil olarak karşıladığı pek nâdir görülmüştür.

Allah’a yakaranların büyük çoğunluğu da Allah’ın sadece kendilerini koruyup esirgemesini, düşmanlarını ise cezalandırmasını ister. Aynı duaların o düşman bellediği kimseler tarafından da ve aksi yönde yapılmış olduğunu düşünmez…. Şu halde adâleti gerçekten seven, bunun lüzumuna samimiyetine inanan kimse, kendisi hakkında da hüküm verilmesini önceden kabul eden, kendisini suçlunun yerine koyan ve koyabilen kimsedir. Kaynak ve uygulama ister şu, ister bu şekilde olsun, ortaya çıkan gerçek şu ki; adâlet olmaksızın, insanların bir arada huzur içinde, barış ve esenlik içinde yaşamalarının mümkün olmadığıdır.

Fransız sosyolog ve düşünürü JEAN JACQUES ROUSSEAU’un “Bir insan toplumunun kurulması ile hukukun devreye girdiği” şeklindeki saptamasına katılmamak mümkün değildir. Keza Fransız bilginlerinden on yedinci yüzyılda yaşamış olan JACQUES BÈNİGNE BOSSUET’nin (Katolik kilisesinin ileri gelenlerinden ve ünlü vaiz) “Herkesin istediğini yapabileceği bir yerde, hiç kimse istediğini yapamaz.

Baş olmayan yerde herkes baş ve herkesin baş olduğu yerde, herkes köledir” şeklindeki tespitinden, toplum düzeninin ve bu düzen içinde hukuk müessesinin vazgeçilmezliği ortaya konmaktadır. MUSA, firavun II. Ramses’in orduları tarafından kovalanmış; İSA, Allah yolunu gösterdiği için çarmıha gerilmiş; MUHAMMED, Mekkelilerce savaşa icbar edilmiştir. SOKRATES, baldıran zehri içirilerek; gerçeği dile getiren HALLACI MANSUR, öldürülerek; bir ideal peşinde koşan JEAN D’ARC, yakılarak cezalandırılmıştır. Bilinen bu olayları, daha nice on binlerce insan hakkı ihlâli izlemiştir.

İnsan beyninde gelişen hakikat ışığını söndürebilecek bir gücün, bugüne kadar henüz icat edilmediğini, bu olaylar açıkça ortaya koymuştur. Polonyalı yazar STANİSLAW LEM, “21. YÜZYILIN SİLAH SİSTEMLERİ” adlı kitabında şu fikirlere yer veriyor: önümüzdeki yüzyıl savaşlarının, konvansiyonel silâhlar, geleneksel toplar, tüfekler yerine; seramikten yapılmış mikro âlet ve makineler, titanyumdan yapılmış solucanlar, uçan ve zehirli iğneler taşıyan böcek taburlarıyla yapılacağını ifade etmektedir.

“İnsan Hakları ve temel hürriyetler, tüm insanların doğumlarıyla birlikte iktisap ettikleri vazgeçilmez haklardır bu nedenle dini kaidelerle, felsefelerle ve kanunlarla garanti altına alınmışlardır. Bunların korunması ve geliştirilmesi devletin başta gelen görevidir. Bunlara uyulması ve tam olarak uygulanması hürriyetin, adâletin ve barışın temelidir”.

Tarihsel süreçte insan hakları düşüncesi adım adım geliştirilmiştir. Bu gelişmeler özetle şu şekildedir:

  • 1689 İngiltere Haklar Bildirgesi
  • 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi
  • 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi

Bunlardan sonuncusu olan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi diğer ikisine göre daha geniş kapsamlıdır. Sadece Fransızlar için değil, herkes için geçerli hakları ilan etmiştir.

Bu haklardan en önemlileri şunlardır;

Bütün insanlar özgür doğar ve eşit haklara sahiptir.
Devlet temel hakları ve özgürlükleri korumak zorundadır. Kanunlar önünde tüm insanlar eşittir.

İşte bu dönemde;

12 Haziran 1776 tarihinde, VIRGINIA HALKI İNSAN HAKLARI BİLDİRİSİ yayınlanmıştır. On altı maddeden oluşan bildirinin ana teması; ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK VE KARDEŞLİK’tir. Bundan yirmi iki gün sonra 04 Temmuz 1776 günü AMERİKA ÖZGÜRLÜK BİLDİRİSİ ilan edilmiştir. bu bildirinin altında elli altı imza vardır.
On üç yıl sonra, aynı soylu fikirler Avrupa’ya sıçramıştır. 14 Temmuz 1789 tarihinde FRANSIZ İHTİLALİ patlak vermiştir. İhtilalin on ikinci günü 26 Temmuz 1789 günü FRANSA İNSAN VE YURTTAŞ HAKLARI BİLDİRİSİ yayınlanmıştır.

On yedi maddeden meydana gelen bildiri; daha önce yayınlanan bildiriler gibi, Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik temalarını ön plana çıkarmıştır.
Mesailerini bu kutsal uğraşa hasreden, soylu insanların yoğun çalışmalarından sonra;10 Aralık 1948 tarihinde, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda otuz maddeden oluşan İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ onaylanmıştır.

Bundan beş ay sonra, 05 Mayıs 1949 günü, Londra’da on Avrupa devletinin imzaladıkları bir anlaşma ile AVRUPA KONSEYİ kurulmuştur. Türkiye’nin de katıldığı Avrupa Konseyi Anlaşması, içerik ve gaye bakımlarından, insan Hakları Evrensel Bildirgesi muhtevasının bir devamı mahiyetini sergilemektedir.

Şimdi de, insan haklarının hayata geçirilmesini ve bu hakların kuvveden fiile çıkarılmasını sağlayan çok önemli bir sözleşmeden bahsetmek istiyoruz.

Avrupa Konseyi üye devletleri, 04 Kasım 1950 tarihinde ROMA’da toplanarak, AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ’ni imzalamışlardır. Bir başlangıç kısmı ve altmış altı maddeden oluşan bu sözleşme, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde yer alan prensiplerin, bilfiil hayata geçirilmesini sağlamıştır. İnsan Haklarını korumak amacıyla bu sözleşme ile

a) AVRUPA İNSAN HAKLARI KOMİSYONU vücuda getirilmiştir.

b) Yirmi bir bağımsız yargıçtan oluşan AVRUPA İNSAN HAKLARI DİVANI kurulmuştur. Bu divan, 01 Kasım 1998 tarihinden itibaren, AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ adı ile çalışmalarına devam etmektedir.

Birleşik Avrupa fikrine doğru alınan bu yolun sonunda Avrupa anayasası olarak tanımlanan Kopenhag kriterleri yürürlüğe konmuş, Venedik Komisyonu kriterleri vaz’edilmiş ve daha sonra birçok protokollerle bu kriterlerin eksiklikleri tamamlanmıştır.

Burada bir saplama yaparak, Prf. Dr. Sahir ERMAN’ın bu mevzu ile ilgili çarpıcı bir açıklamasına, konunun açıklığa kavuşması bakımından yer vermek istiyoruz;

“………Böylece önceleri yalnız insanın, yani ferdin hakkı sayılan bu haklar, günümüzde halkın, yani toplumun hakkı haline gelmiş, hatta sadece belirli bir ülkenin sınırları içerisinde yaşayan bir toplumun hakkı olmaktan çıkıp, ortak değerleri paylaşan bütün toplumların müşterek hakkı halini almış bulunmaktadır.

İşte günümüzün ayırıcı karakteri buradadır. Bir insan hakkının ihlâl olunması, hakkı ihlâl olunan veya elinden alınan kişiyi ilgilendiren münferit bir olay olmaktan çıkmakta, toplumun, hatta bütün toplumların müşterek hakkına saldırıyı ifade eden, yani hangi ülkede yaşarsa yaşasın herkesi ilgilendiren bir mesele haline gelmektedir.” şeklinde, konuyu isabetle açıklamaktadır.

Prof. Dr. Sahir ERMAN’ın, sözlerini şu ibarelerle sürdürmektedir: “Bu değişikliklerin doğal bir sonucu olarak, yerine göre toplumun, devletten davâcı olması durumunda; bu talebi inceleyebilecek devleti mahkûm edebilecek, devletler üstü tarafsız bir yargı organı AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ bu amaçla kurulmuştur. Bu gelişmelerden de anlaşılmaktadır ki, devletlerin kendi milli hudutları içinde mutlak hâkimiyeti kuralı çok gerilerde kalmıştır” demektedir.

Keza Prof. Dr. Sahir ERMAN’ın, 3 Kasım 1994 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir makalesinde;” …….Günümüzde İnsan Hakları kavramı bir iç hukuk sorunu olmaktan çoktan çıkmış, bir uluslararası hukuk sorunu haline gelmiştir” demekte ve yazısına şu satırlarla devam etmektedir:

GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ panelinden bir örnek: “………. Dünyanın bilmediğimiz tanımadığımız bir bölgesinde, yine bilmediğimiz ve tanımadığımız bir insanın herhangi bir temel hak ve özgürlüğü çiğnemişse, bu insan bu yüzden acı çekiyor, korkuyor ve çaresizlik içinde kalıyorsa, O İNSAN BİZİZ.
Çünkü hem onun yerinde biz olabilirdik, hem de o insan – rengi, ırkı, dini ne olursa olsun – bizim kardeşimizdir. Her insan kardeşinin yardımına koşmak, ona elini uzatmak, gözyaşını silmekle yükümlüdür” demekte ve devamla şu isabetli fikirleri serdetmektedir:

“…….. İnsan Hakları’nın çiğnenişinde, bu benim iç sorunumdur, ben bunun hesabını sadece kendi ulusuma, kendi seçmenime, kendi parlamentoma veririm Bir yabancı gelip, burnunu bu işlere sokamaz ve ben ona hesap vermem. Aksi halde ulusal onurum ve bağımsızlığım elden gider diyemez. Burada Avrupa İnsan Hakları Komisyonu Genel Sekreteri Michele de SALVIA’nın bir tespitine yer vermek istiyorum; “Bir devletin iç işlerine karışmama savı, tüm Avrupa devletlerinde bir DOGMA olarak görülmektedir” diyor.

İnsan haklarının üç düşmanını şöyle sıralıyor:

  1. Faşist tehlike
  2. Komünist tehlike
  3. Devlet hakkı tehlikesi

Çünkü o ünlü MİLLİ ONUR, hesap vermemekle değil, İnsan Hakları’na fiilen saygılı olmak ve böylece kimseye hesap vermek zorunda kalmayı gerektiren bir eylemin, ulusal sınırlar içersinde yapılmasını sağlamakla korunmuş olur. Yine o ünlü ulusal onur, havalara bakıp gerçeklik derecesi belli olmayan üç yüzyıllık bir olayı nakletmekle değil, bugün İnsan Hakları’nın çiğnenmemesini sağlamak, çiğnendiği takdirde de faillerini cezalandırmak ve uğranılan zararların giderildiğine ilişkin somut kanıtlar vermek ve bundan böyle de çiğnenmemeleri için gereken önlemlerin alındığını göstermekle korunmuş olur” demektedir.

Saygın bir hukukçu olan Yargıtay Şeref Başkanı Sami SELÇUK, “Resmi devletin ideolojisi olmaması gerektiğini” şu cümlelerle dile getirmektedir.

“Çağımızı iyi okumalıyız. Bireysel haklar ve özgürlükler çağını yaşıyoruz. Çağımızda devlet, hukuk devletidir. Toplum, sivil toplumdur. Devlet, birey içindir, birey devlet için değil. Her düşünce ve inanç, dikeylemesine ve yataylamasına örgütlenebilir. Çok sesli bir toplum ve saydam bir devlette, DEVLET TOPLUMU DEĞİL, TOPLUM DEVLETİ DENETLER. Sorunların üzeri örtülemez. Hepsi gün ışığında tartışılır. Devlet, her türlü düşünce ve inancın tartışılmasını ve örgütlenmesini sağlayan bir barış tekniğinin hem kendisi, hem bekçisidir.

En önemlisi de şudur: DEVLETİN RESMİ GÖRÜŞÜ OLMAZ. Görüşler ve inançlar karşısında yansızdır.

Buraya kadar özetleyerek arza çalıştığımız adâlet kavramının süjesi, anlaşılacağı üzere insandır. Sistemin teorisyeni ve uygulayıcısı insan olmasına karşın, adâlet kavramı; zamana ve zemine, örf ve âdete, geleneklere ve inanca göre değişiklik göstermiştir. İnsanın adâlet’ten kaynaklanan istek ve talepleri ise bugün, İNSAN HAKLARI felsefesi çerçevesinde toplanmıştır.

Dili, dini mefkûresi, rengi ve ırkı ne olursa olsun, tüm insanları şefkatle kucaklamak, onları aynı statü içinde mütalâa etmek yolu bulunamaz mı? KİTİON’lu ZENON’un kurduğu Stoacı Felsefenin M.Ö. dördüncü yüzyılda savunduğu “Dünya Kardeşliği” fikrinin uygulama alanı düşünülemez mi? İnsana, salt insan olmasından kaynaklanan bir sıcaklıkla, bir sevgiyle yaklaşılamaz mı?Bu durum karşısında; Alman bilim adamlarından HANS KÜNG’ün, “Üçüncü bin yılda insanlar, ya kardeşlik bağlarıyla bir arada yaşamayı öğrenecek, ya da dünya insansız kalacaktır.” Şeklindeki sözleri büyük bir anlam ifade etmektedir.

İnanıyoruz ki sevgi nuru çok değil, bir iki kuşak sonra gelecek tüm insanların gönlüne görkemli saltanatını kuracak, hiçbir dış müdahaleye gerek kalmadan, insanlar birbirlerini sevmeyi, insan olma onurunun vazgeçilmez bir gereği sayacaklardır. Romalı Şair TERENTİUS’un yirmi iki asır önce söylediği asil ifadenin; “BEN İNSANIM, İNSANLA İLGİLİ HİÇ BİR ŞEYE KAYITSIZ KALAMAM” şeklindeki vecizeni, hiçbir zaman unutmamalıyız. Bu sunumu iki şiirle bitiriyoruz.

ADALET

Dilden düşürmedim seni,
Gün demeden, gece demeden,
Bir yaşam boyu
Seni aradım ADALET.
Alın terinde rençperin,
Süngüsünde neferin,
Subayın kılıcında,
Katibin kaleminde,
Hukukun her dalında
Seni andım, seni aradım ADALET.
Sen havadan daha mübrem,
Sen anlamdan daha derin,
Sen sudan, sen aştan daha elzem,
Sen insanca yaşamanın güvencesi
Sen yaşam, sen kavramsın ADALET.
Seninle varolur uygarlıklar.
Seninle dalgalanır bayraklar.
Seninle kurulur hükümranlıklar.
Olmadığın yerde ADALET;
İnsanlar millet değil, sürü olur.
Yönetim devlet değil, sefil olur.
Tüm sözcükler palavra,
Tüm bayraklar paçavra olur ADALET.
Adil elde taç olursun insanlığın başına,
Adaletsiz elde utanç…
Adına cinayetler işlenir.
Özgürlükler, uygarlıklar,
Tarihler söndürülür adına ADALET.
Kah İSA’nın çarmıhında
Gözyaşı dökersin yıllarca yüzyıllarca.
Kah DREYFÜS’ün sökülen apoletinde
Yere çalınırsın, çamura bulanırsın,
Adli hata olursun,
Fransız adaletine yüz karası olursun ADALET.
Kah Avrupa’da, Asya’da
Ve kara Afrika’sında
Kapkara bir leke olursun,
Yönetimlerin kara vicdanına çakılırsın ADALET.
Yürekli, kafalı, şerefli elde vezir,
Yüreksiz, kafasız, şerefsiz elde rezil olursun ADALET.
Haktan, dürüstlükten ve insanlıktan yana
Kim olursa olsun
Yürekçe, başça ileri,
Nice insan varsa yeryüzünde;
Tüm tutkuları,
Tüm sevgileri
Sensin ADALET, sensin ADALET.
Sen varsan, var olalım…
Sen yoksan eğer;
Beş kıtada varımız yoğumuzla,
Aşımız odumuzla,
Sazımız sözümüzle
Yok olalım, yok olalım ADALET.

Naif TİMUR
Anadolu Ekspresi, 30 Aralık 1978 / 23.00

NE GÜNLERE KALDIK ?

Eğri olan doğru, kötü şeydir
Eğik tartı gibi, çarpık çekül gibi…
İşte adalet yok artık, kalktı gitti !
Kötülük yapıyor kadılar;
Doğru işler hepten yanpiri…
Çalınmış malları aşırıyor yargıç.
Bir işi düzelten, bozuyor hemen.
Soluk verip canlandırması gereken kişi,
Düşkünleri boğuyor soluğunu keserek.
Haremiler hakem oldu;
Yoksulluğu ortadan kaldırması gereken,
Yoksulluk yaratıyor.
Kenti sel bastı…
Kötülüğe ceza vermesi gerekenler,
Suç işliyorlar boyuna.

“Eski Mısır’dan Şiirler” adlı kitaptan alınmadır.

sunum-indir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir